YANIT
Önce sorunuzu varoluşçuluk (egzistansiyalizm) adlı felsefi ekol açısından yanıtlayayım:
Bizim dünyamızda felsefe -insanları bölünmüş bütünlüğün tek yanına (akıl enerjisine) yoğun biçimde yönlendirdiği için- onaylanmaz. İçerik olarak zıt yönlü olsa da, hayatı sadece tensel zevklere ve içgüdülere odaklanarak yaşamaya yönlendiren modellerin frekansını taşıdığına inanılır.
Varoluşçuluk ise yaşamı sadece varlık ile sınırladığı için yukarıda söz ettiğim bölünmüşlük ortamını güçlendirir. Oysa yaşam, yani varlık, çok geniş çaplı bir gerçekliğin en küçük nabız atışıdır. Varlığın özü bildiğimiz fizik ortamın yasalarından bambaşka ve akıl almaz kurallarla işleyen bir gerçeklik olan kuantum uzayında “kotarılır”; örneğin hücreler dahil her şeyi meydana getirenin stringler (ipliksiler), kuantum uzayı varlıklarıdırlar.
Bu gerçekleri ortaya çıkaranların yüzyıllar boyunca -yaşamı sadece bir bilinç parlaması olarak gören- ve bu konuda etkileyici formüller yazan bilim adamları olmaları ilginçtir. Darwin ve özellikle Foxley ile bilim çevrelerinde “gülünç” veya “akıl dışı” olarak bile nitelenmeyip, “tabu” haline gelen “derinlerde sübjektif bir gerçeklik bulunduğu ve her şeyin asıl temelinin bu yapı olduğu” düşüncesi ise 1940lardan sonra yeniden “doğmaya” başlamıştır. Stapp, Bohm, Penrose ve daha birçok bilim adamı artık kuantum dünyasının temel olmadığı, ondan çok daha derin bir gerçekliğin varlığı hakkında raporlar hazırlamaktadırlar. Dileyen bu “katmana” tanrı, dileyen “derin sübjektif uzay” diyebilir. İlk çağ mitlerinde ona “derinler”, Tevrat’ta “tehom”, Babil mitolojisinde “Tiamat” demişlerdir.
Batıda bir çok kişi (genelde New Age akımı taraftarları gibi topluluklar) onu hem tanrı, hem de yarattığı için “ana” şeklinde görmekte ve “Ana Tanrıça” demektedirler. Aslında kişisel fikrim onun -tıpkı sonradan dişi ve erkek olarak ikiye bölünen öncel bütünlük benzeri- “androgynous” yapı taşıdığı ve bu yüzden hem ana, hem de baba olduğudur. (Bölünmüş varlıklar olduğumuz ve beynimiz bölünmüş bir evren ortamında var olduğu için bu durumu anlamak kolay değildir.)
Bu bilgileri şiar edinmiş kimseler olarak gerçekliği (hele ki “düşünce” sözcüğü ile ifade edilen, aslında fotonların eksitasyonlarını) kişinin makrokozmos varlığı ile sınırlayan görüşlere fazla sempati duymamız mümkün değildir.
Sorunuz “Var olmamızın nedeni nedir?” şeklinde algılandığında ne yazık ki sadece teorik (ve inanca dayalı) bilgiler vermek olasıdır. Bu konudaki bilgileri (Anaerkil Yaratılış Mitini) Ezoterizm soruları linkinde yer alan yanıtlarımda bulabilirsiniz.
Ancak sorunuzun içeriği “Var olmamızın amacı nedir?” ise yanıtım “birleştirmektir” olacaktır. Yani evrenin varlığının nedeni biz canlılar açsından bakınca “birleştirmek”tir. Bizler, birleşmek (yani orijinal/öncel formu almak) için yanıp tutuşan ama farklı bir vibrasyon buna engel olduğu (onu yenemediğimiz) için ayrılık acısı ile kalan varlığın parçalarıyız.
Söz konusu düşüncenin kanıtı, benzersiz mutluluğun sadece tensel birleşme (seks ve orgazm) ve ruhsal birleşme (aşk, sevgi, dostluk) ile var olduğunda görülebilir. Bu konulardaki başarısızlıkların nedeni ise başlangıç noktasının ıskalanması, yani birleştirme ortamının sadece mekansal olarak algılanmasıdır. Oysa -kuantum mekaniğinin ortaya çıkarttığı gibi- gerçekliğin yaratıldığı yer beyin olduğuna göre, başlangıç noktası da beyin, daha doğrusu beyin elektriği dalga boylarıdır. BU yüzden beyin elektriği "birleşmiş" (pozitif) olmayan kişiler seks, orgazm, aşk, sevgi ve dostluk benzeri kavramların çoğunda başarılı olamayacak; yani "kül halinde" birleştirip gerçek mutluluğu yakalayamayacaklardır. Dünyanın cennetten esintiler taşıdığı düşüncesine inanılmaması, hayatın acı ve zorluk olarak görülmesi "birleştirememe" şeklinde özetlenebilecek olan başarısızlıktan kaynaklanır.
Sonuç olarak var oluşumuzun nedeni birleştirmek olsa da bunun ilk adımının beyinde atılması gerektiğini söyleyebilirim.
Mesajınızdaki cesaretlendirici sözlere içtenlikte teşekkür ederim. Mutlu oldum... ki, bu da size geri dönecek.