YANIT
Öncelikle merhabalar arkadaşım.
Her insanın -yasaların izin verdiği ölçüde- istediği coğrafyada yaşamasından yana olan biriyim. Sınırlardan hoşlanmam. İnsan ırkının birbirine karışması gerektiğini savunurum. Kendim de hem Londra’da, hem New Jersey’da yaşadım.
Soruna -biraz üstün körü- yanıt verdikten sonra dilersen soruyu “Gittikleri yerde mutlu olurlar mı?” şeklinde bir soruya evirerek yanıtlayayım.
Mutlu olmak adına atılan adımların olumlu sonuç verip vermemesi, adım atılırken kişiyi yönlendiren beyin elektriğine bağlıdır. Sözü edilen evrensel dinamik atalar tarafından “Bir iş nasıl başlarsa öyle gider” şeklinde rezüme edilmiştir. Bu nedenle ülkeden göç etmekle ilgili adım, içinde yaşanan ülkeye, yaşam şartlarına, ilişkide olunan insanlara, üstlenilmek zorunda olunan değerlere vb. yönelik nefret, hatta küçümseme ile atılmışsa, varılan ortamda ciddi ölçüde düş kırıklığı yaşanacak olabilir.
Nefret, öfke, hırs, hınç gibi duygular NE taşırlar. NE dediğimiz vibrasyon, eli mızraklı, keçi kuyruklu, ya da İncil'de anlatıldığı şekli ile denizden çıkan bir canavar değil, sadece bölücü (ayırıcı) yapıda bir vibrasyondur. Onu makrokozmosta Kara Enerji olarak izlemek mümkündür. Bu vibrasyonun mikrokozmos versiyonunu (dalga fonksiyonunu) celp ederek ilk adımı atan kişiler, celp ettikleri frekansın yapısı gereği en fazla istenen şeylerden ayrı kalacaklardır. İnsanlar için “en fazla istenen şeyler” olarak nitelenebilecek temel kavramlar rahatlık, mutluluk, dinginlik ve doyum olduğuna göre hipotetik olarak bu kavramlardan ayrı düşecekleri varsayılabilir.
Tersine, bir nefret tepkisi ile adım atmayan; vatanına pozitif duygularla bağlı iken, daha iyi yaşama koşullarını somut şekilde elde etme şansı yakalamış kişiler yeni yaşamlarında tatmin edici hayatlar kuracak olabilirler.
Ancak ilk adım pozitif duygularla atılmış olsa bile mutluluk ibresinin + tarafa yönelmesi, - tarafa yönelmesinden daha zor gibidir! Söz konusu durumun nedeni ise “millet” adlı topluluğu oluşturan insanların arasındaki bağdır. Anılan bağ ise farklı birimleri bir arada tutmak adına zorlayan bir unsur değil, temel bir tamlığın sübjektif yansımasıdır.
Sözü edilen bağın kaynağının uzun yıllar genetik yapı olduğu düşünülmüştür.
Oysa çağdaş bilim, bağın genetik yasalarla sınırlı olmayabileceğini düşündüren bulgulara erişmiştir: Kuantum mekaniğine göre uzay-zamanda ortak şekilde var olan elektronlar (aynı coğrafyada doğup uzunca bir süre birlikte yaşayan insanlar) arasında quantum entanglement (kuantum dolanıklığı) adlı koparılmayan bir bağ oluşmaktadır. Einstein bu gerçeğe son nefesini verene dek karşı çıksa da, söz konusu bağ defalarca kanıtlanmış… ama nedenselliği hala bulunamamıştır. Öyle bir bağdır ki bu, bağlı elektronlardan biri diğerinden ışık yılları ile uzak bir yere götürülse bile, birinde oluşan bir değişiklik, diğerinde meydana gelmektedir!
Kuantum ve genetik bilim ortada olmadığı zamanlarda bile atalar söz konusu koparılamayan bağı sezmiş ve adına “kökler” demişler, “taş yerinde ağırdır” benzeri özlü sözler üretmişlerdir.
Sözü edilen bağ bir “tamlık”tan kaynaklandığı için fark edilmeden yaşanan, genelde SADECE yitirilince bilincine varılan, farklı bir rahatlık vibrasyonu içerir. Bu duyguyu ise makrokozmos kazanımlarının var edebileceğini düşünmek biraz zordur.
Doğrudur; Hitler Almanya’sından kaçmayan nice Yahudi temerküz kamplarında çok kötü şartlarda hayatlarını kaybetmişlerdir. Nobel ödüllü Wigner ve Einstein gibi fizik dehaları Birleşik Devletlere göçmeseler belki de insanlık ciddi bir kayba uğrayacaktır.
Ancak göç etme benzeri radikal kararlar almadan önce yapılması gereken, ortada gerçek anlamı ile bir tehlike mi, yoksa sadece kimlikte öfke mi bulunduğu hakkında bir sorgulama başlatmaktır.
Kararlar; makrokozmik şartlar kadar, mikrokozmik bağ da dahil, eldeki tüm veriler sağduyu ve sakinlik ile değerlendirilerek alındığında kişiye özel doğru yolun saptanacağına inanıyorum.