YANIT
Hayır, mason değilim. Uzun yıllar önce majiyi öğrendiğim grup dışında (artık hepsi rahmetli oldu) hiçbir grup ile birlikte çalışmam olmadı, olmayacak da. Kurala, bilgeye, lidere, şefe hiç tahammül edemem. Adap-erkan bilmek başka iştir, “bu doğrudur, bu yanlıştır, burası böyledir, böyle yapman elzemdir, lazımdır, gereklidir, şarttır, farzdır” laflarına kafa sallamak başka…
Ancak bana yöneltilen sorulara verdiğim yanıtlarımı bu denli kısa tutmayı sevmediğim için masonlar hakkında bildiklerimi aktarmak isterim. Okuyacaklarınız yaşanmış olaylardan -hayatımdan- alıntıdır. Tüm hayat hikayeleri gibi benimkinin de dinleyenin içine sıkıntıdan fenalık getirmemesi için elden geldiğince kısa hikaye formatında dile getirmeye ve ilginç kılmaya çalışacağım.
Her şeyimi borçlu olduğum insanlar listesinin başında annemin babası gelir. Padişahın yaverlerinden bir paşa (bu sözcüğü general anlamında kullanmıyorum) Kırım harbinde esir düşünce kimsesiz kalan kız kardeşini (anneannemi) bir eğitimciye verirler (evlendirirler). Bu eğitimci çok başarılı bir öğretmendir; Abdülhamit han’dan nişan alır. Saraya da hayli bağlıdır.
Cumhuriyet’ten sonra, “Atatürk padişahçıları sallandırdı” denilen dönemde, yeni rejim tarafından değil “sallanadırılmak”, Nice’e kültür ateşesi olarak yollanır, sonra da hep üst düzey memuriyetlerde (genelde eğitim müfettişi olarak) görev verilir.
İşte bu zat -hayranlık duyduğum sayılı kişilerden olan- dedemdir.
Gençliğimin en yerinde duramaz yıllarında bile, beş vakit kıldığı namazı ardından seccadesi üzerinde yoga yapışını (88 yaşında sarvangasan pozunu kolaylıkla aldığını ekleyeyim) ilginç bir tiyatro sahnesiymişçesine izlemekten bıkmadığım biridir o.
Olayın öznesi kendisi olduğu için, biraz ondan söz edeyim: Dedem “nevi şahsına münhasır” yapıdaydı. Spor sever olmak kadar arada “malı hamutu ile götürmeyi” (keyifli şekilde ama dolu-dolu içmeyi) severdi: Şimdinin Şişli-Arpa Suyu sokağı, öncenin bağlık mesire mekanıydı ve çayır üstü kır birahaneleri ile doluydu. Aile efradı sıklıkla oraya -kısa bir yolculuk anlamında, şehirden kaçmak amacı ile- bira içmeye ve kuzu çevirmeye (bu işin yanlışlığından o yaşlarda ne ben, ne de ailem haberdardık) onun önderliğinde giderdik. Kimseye de elini cebine attırmazdı.
Biraya bayılırdı! Emekli olduktan sonra her Cuma, namazdan sonra, bira içmeye yürüyerek (Teşvikiye’den) Çiçek pasajına gider, eli kolu kendi değimi ile “toz-toprakla” (hindibağ benzeri şifalı otlarla) dolu gelir, sonra yine ortadan yok olur, odasına kapanır, okur, yazar, çizerdi.
Satanist erkek kardeşinin tersine o spiritüalistti. Hani ruh çağıranlar takımından… Emekli olmadan önceki yıllarda grubu ile ayda bir gün evde toplandıkları zaman ailenin erkekleri Pera'ya kaçar, kadın ve çocuklar ise bir odaya toplaşır, duvardan gelen her tık sesi sonrasında ortaya dökülecek çarşaflı, zincirli hayaletleri korku ile beklerdik.
Tabii ki ne gelen olurdu, ne de giden.
Bu toplantılara -kendi halinde bir beyefendi olan ve sonradan peygamber ilan edilen- Bedri Ruhselman'ın da sıklıkla katıldığını ekleyeyim.
Dindar ve spiritüalist olmaktan öte, Masonların Kültür Locası Üstad-ı Muhterem’lerindendi (Büyük Üstat'larındandı).
Dedemi böylece tanıttıktan sonra, artık masonlarla ilgili anılara sıra geldi.
Bir tarihte Büyükdere’de yazılık evdeyken, dedeme -mutad hilafına- bir konuk geldiğini anımsarım. Bu beyefendi başka bir mahfelin büyük üstadıymış meğer, sonradan öğrendim. Birbirlerine gülerek “Silahlıyım” dedikten sonra mütevazi semt camiine namaza gitmişlerdi. “Silahlıyım” sözünün anlamının “abdestliyim” olduğunu da yıllar içinde anladım. Yani iki büyük üstadın ikisi de “namazında-niyazında” ve de alçakgönüllü adamlardı.
Ancak aralarına kadınları almamak gibi bir de huyları vardı. Ailenin feministi üvey annem (ki, beni yetiştiren bu eşsiz hanımefendi astronom olmasının ötesinde iki ayrı lisede matematik hocalığı yapardı) ciddi ölçüde benzediği Mary Poppins’inkini andıran bir hırsla burnunu çekerek “Hıh, yaptıklarını biliyor, bu yüzden senede bir gün önlük takıp kadınlara tenüblanjda hizmet ediyorlar” derdi. Bu sözcüğü duyduğum şekilde yineliyorum, ancak anımsadığım kadarı ile bu özel gecede kadınların aralarına girmesine izin veriliyordu.
Dedem doksan yaşına gelip aniden hastalandığında Amerikan hastahanesine yatmak istedi. Ama boş oda bulunamadı. Hemen Masonlara haber verildi (tam hatırlayamıyorum, bir şey zinciri kurdular, aklımda yanlış kalmış da olabilir tabir, ama pek de önemi yok), sonuçta birkaç saat içinde nasıl olduysa oldu, hastanede yer bulundu, dedem sevk edildi. Sözün özü o tarihlerde, bu silahsız raconsuz kişilerin Amerikan mafyası gibi güçleri vardı.
O süreçte birçok mason onu ziyarete geldi. Hepsi de… nasıl tanımlayayım onları? “Şahane” adamlardı demek geliyor içimden. Bir kere çok kibardılar, çok şıktılar. Cebi delik olmadıkları gün gibi aşikardı, aralarında “esnaftan Sülüman” tipte birini gördüğümü hatırlamıyorum. Öte yandan… ne diyebilirim içimdeki hissi anlatmak adına? Kelime bulamıyorum. “Farklıydılar” demekten başka şey gelmiyor elimden. Örneğin ellerini öptürmediler bize. Ayrıca hepsi de kural olarak Osmanlıca konuşmaktaydılar. Babamın her sabah dedeme neden bildik şekilde “Nasılsınız bu sabah?” yerine “Afiyettesiniz inşallah efendim?” dediğini anlar gibi oldum.
Biraz da masonların öğretilerinden söz edeyim; tabii ki yine yaşadıklarıma (daha doğrusu bir hırsızlığıma) değinerek.
Dedem sağlıklı beslenme tutkunuydu. Örneğin enginarı -bilmem kaç günde bir tane- hesabı ile yerdi. Bu önemli hesapta bir hata olmasın diye onun payı ayrı yerde dururdu. Gençlik asiliği ile -enginarı hiç sevmesem de- onun sayılı enginarlarını yemenin önüne geçemezdim.
Bir gün “Bu dolaptaki kitapların ellenmesini istemiyorum” diyerek kütüphaneye yarım santim kalınlığında karton kapaklı dokümanlar getirdi ve tümünü kilitli bir camlı dolaba yerleştirdi.
Tahmin ettiğiniz gibi kitaplar gizli mason yayınlarıydı. Ve yine tahmin edebileceğiniz gibi o günden sonra yegane hedefim artık enginarları yemek değil, o kitaplardan birini elde etmek oldu.
Bir gün camlı dolabın kilidini -ucunu kıvırdığım bir tel ile- açmayı başardım… ama büyük bir terslik sonucu jurnallerin (journals anlamında) hiç birini okuyamadım, emeğim boşa gitmesin diye acele ile elime en yakınını aparttım, kilidi acele ile kapatarak odama kaçtım.
Fark edildi mi bu hırsızlığımı?
Bilemiyorum. Kimse yüzlemedi.
Ama o günün akşamında kitaplar da ortadan yok oldu.
Aşırdığım jurnalde ne yazdığını merak ettiğinizi tahmin ediyorum. Ben de aynı merak ile odamda kapağı attım, kapımı kilitledim, kitabın ince kapağını heyecan ile açtım. Ümit içinde -tıpkı şimdiki öğrencilerimin bazılarının eğitimden beklediği gibi- istediklerimi emeksizce elde etmeme yardım edecek pratik bilgiler bekliyorum. “Şu saatte şunu yap, bunu ye, buraya git, bunu söyle, berikini kokla” falan -filan benzeri pek gizemli şeyler…
Oysa kitapta sadece “Delf Mabedi ve Ruhun Tekamülü” konuları anlatılmaktaydı!
İçimi sıkıntı bastı, sonuna dek okumadım bile, birkaç sayfa çevirip kitapçığı bir kenara attım. (Tabii ki aslında ortada bırakmadım, dikkatle bir yana sakladım.)
Yıllar sonra onu tabii ki baştan sona okudum. Ancak erişkinliğimdeki bilgi ve bilincim ile okuduğumda “önemli bilgileri kaçırdığımı acı ile fark ettim” diyeceğimi düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. O kitap hala, bu gün bile, kütüphanemde. Ve şu anda bile, yani yıllar içinde elde ettiğim bilgiler sonrasında dahi, o kitapta yazılanlara bakıyorum da… Bu cümleyi bitirmeyeyim, duygularımı farklı cenahtan nakledeyim.
Aktarılan bilgileri elde etmek günümüz ortamında olanaksız değil; ancak beni üzen bilgileri sunuş tınısındaki… ne diyeyim? Gerçekten haddimi aşmak asla istemiyorum… Bu yüzden “bizim anaerkil beklentilerimize uygun olmadığı” konusundan dem vurayım. Bilgilerde tabii ki hatalı ve saygısızca bir şey yoktu. Ancak içeriğin beklediğim derinlikle de ilgisi de hiç yoktu.
Tumturaklı ve yer-yer ürkütmeye hedefli yaklaşımlar -bence- hiçbir işe yaramazlar. Bu tarzın aşırılaşmışını sigara paketlerine iğrenç resimler basarak sigara içme oranını azaltmaya çabalamaya benzetebilirim. Hani derler ya, “Kaş yapayım derken, göz çıkartmak” şeklinde özetlenebilir bir metottur bu.
İçerik hakkında biraz daha çalçenelik edeyim mi? Peki!
Osiris, bizim Baba Tanrı’dır. Bu Baba Tanrı modeli, farklı mitolojilerde çeşitli adlar alır: Uranos’tur, Siva’dır, Dionysos’tur, Abzu’dur… Evren ötesinin -kimine göre bilinçli, kimine göre bilinçsiz- bir frekansı, bir dalga boyu, bir bilinç yapısı, bir “var edici gerçeği”dir.
Zaman içinde kültürlerin ve bilginin gelişimine paralel olarak gelişe-gelişe sonunda Müslümanlığın Allah’ına evrilmiştir. (Bu sözlerin sadece inançlarınızı yansıttığını ve kesin doğruluk taşıdıkları hakkında en küçük iddiamın olmadığını ekleyeyim.)
Erkekliğin odağı, bir diğer deyişle “ideal erkek”tir.
Bizler, bu sitenin emekçileri, elden geldiği gücümüz yettiğince (hadi canım, canımızı dişimiz takıp kendimizi paralayarak) ona benzemeye çabalarız.
Ancak hırsızlama aldığım jurnaldeki Osiris, bizim Osiris değildi.
Bizim Osiris hırs küpü değildir bir kere; ağırbaşlıdır, sarsılmazdır, derindir, SAKİNDİR. Zor kızar. Taşır, ses etmez. Sever… Hayır, belli etmez demeyeceğim; bildik şekilde belli etmez, reklamını yapmaz… ama çok da güzel belli eder. Onun sevgisini anlamak için biraz dikkatli, sakin, sabırlı, “onun gibi” olmak gereklidir. Osiris, yani erkeklik, değişkenliğin odağı kadının denge noktasıdır, tabii ki kadın da onun. Erkek, gerçekte palas pandıras, dağınık, gürül gürül, pata-pat çata-çat bir enerji değildir. Sabit/sarsılmaz noktadır. Bu yüzden, bu özelliklerin yanlış anlaşılması yüzünden, kadından güçlü olduğu düşünülmüştür. Oysa o bir çeşit, kadında fazla olmayan çeşit güçtür.
Celalli, gösterişli, tepki veren, aktif olan, sağa sola giden… hazır mısınız duymaya… dişidir.
Bu yüzden çıkan kozmik savaşta Osiris öldürülür.
Bu sembolik anlatım aslında gerçek erkekliğin (özgün erkekliğin, doğal erkekliğin) nasıl olduğunu ve de madde evreninin yaratan o kozmik savaşta (ki, bilimde Big Bang deniyor) yok edildiğini fısıldar.
Çalıntı jurnaldeki Osiris ise bizim Osiris’e değil, bildik erkeğe benzemekteydi.
Jurnal bilgilerinin bu yapısı da, jurnal yazarının aslında evren gizlerinden büyük ölçüde bihaber olduğunu, ortada olan -bildik ve sıradan- bilgileri kullanarak iyi bir şeyler yapmaya çabaladığını düşündürmektedir bana.
Ancak ekleyeyim: Kitabın basım tarihi 1935 ve elimde sadece tek (ince) bir cilt var. Belki de o yılların bilgi düzeyine göre o kitapçıktaki bilgiler aşırı değerlidir, ayrıca diğer -çalamadığım- ciltlerde beni mutlu edebilecek kelamlar vardır; bilemiyorum.
Özetle Masonalar için psikologlar hakkında yaptığım yorumu yapacağım:
“Hatalı bilgilere inandırılan son derece seçkin -pozitif anlamda- farklı ve iyi insanlar onlar.”
Eğer gerçekleri olduğu gibi -ataerkil gözlükleri atarak- görebilselerdi ne mi olurdu?
Bence bizim yapamadığımız ve yapabileceğimize inanmadığım “evrenin kötülükten arınması” şeklinde teatral bir isim verebileceğim çabayı başaracak şansları olabilirdi.
Ama -bence- onlarda da şansı -şimdilik- kaçırdılar.
Varsın bu kez de şans yitirilmiş olsun. Bitmiş, sona ermiş bir şey yok ki… Döngü sürüyor. Dünya, evrenle birlikte, hatta tüm makrokozmos, topyekun dönüyor. Zamanı gelecek, bu insanlar da ölecek ve bir gün ataerki zayıflayacak. İşte o zaman onları, bence her birini, kötülüğü gerçekten “kökünden” yok eden özel kimlikler olarak izleyeceğiz.
Gecikme yok, sistem hatasız işliyor; çünkü unutmamak gerekir: Salınım olmazsa denge yakalanamaz.
Ve her şeye rağmen -bence- bir masonla yakın dost olmak (ya da bir psikoloğun seansına -anam kötüydü, babam iyiydi, dayı bey beterdi, bacanak lezizdi benzeri “tırı-vırıdan maada”- sadece yaşam hakkında felsefi sohbetler yapmak adına katılmak), kaderde yeni bir sayfa açmak anlamındadır.
Bir mason, ya da bir psikolog ile yakın arkadaşlık kurmak sadece kişinin kendisi değil, evren için de bir şanstır.
Tabiidir ki bunlar sadece benim düşüncem. Soruldu, söyledim. Hepsi bu...