Janus'un olağan bir günü... Ve gecesi!
YANIT
Beni merak ettiğiniz için teşekkür ederek başlayayım ve tamam; anlatayım. :)
Günüm sınırları zorlamalar, keyif dolu iniş ve çıkışlar, gözüpek atılımlar, dipleri görüşler, ardından doruklara tırmanmalar, sonunda farklı hazları tatmalar içinde geçiyor.
Her günüm bir macera benim.
Sürprizlerle dolu bir yaşamda, önüme serili istasyonlara zıplaya sıçraya yaşarım!
Diyeceğimi sanıyor, ya da bekliyorsanız (ki, sorunuzun “havasından” bu çeşit bir beklenti içinde olduğunuza inanıyorum), sizi büyük ölçüde düş kırıklığına uğratacağım. Benim günlerim günah içinde, sizlere verdiğim talkınları değil, salkımları yutarak geçmekte. ;-)
Ama durun canım, hemen beni betelemeyin, günah dedimse ataerkil dinlerin söylemlerinde yer alan şeylerden değil benim günahlarım. Hepsi de gerçek… yani öz-be-öz NE celp eden davranışlardan söz etmekteyim.
Hatta bir düzeltme daha yapayım: Benim günahım tektir… ama çok büyüktür… çünkü biricik günahımın adı “dengesizlik”tir.
Evet, benim en büyük ve tek günahım günlerimin day-in, day-out, gücüm yettiğince, beynim elverdiğince, hafta sonları dahil çalışarak geçmesidir!
Yine de bir itirafta bulunayım: 2009 yılına dek en başta söz ettiğim modeli reel yaşamda, curcunanın içinde, jungle’da tükettim. Dört insanın hayatını yaşadım desem inanın abartmış olmam. Aklınıza gelecek, gelmeyecek belki de her işi denedim. Yasa dışı hiçbir şeye, ya da en hafifinden bile uyuşturucuya bulaşmasam da, cinsel ahlak açısından sınırları çok zorladım.
İlk gençliğimden beri yaşamın -olağan insanlarca benimsenmesi zor- doruklarında var olsam da, kimi insanların ciddi ölçüde özeneceği bir yaşam modelim bulunsa da, aklım hep kütüphanemde, düşünmekte, araştırmakta ve gizem dedektifliği yapmaktaydı. En büyük keyiflerimi daima yalnızken, çalışmalarıma gömülü iken yaşadım. Benim azgın kimliğime bakan neredeyse hiç kimse, o farfara görünümün gerisinde ciddi bir araştırmacı olduğunu anlayamadı.
Bu cafcaf içinde mutlu muydum?
Hayır değildim. Bunu tüm dürüstlüğüm ile söyleyebilirim, değildim.
Ve bir gün kendimi kuantum mekaniğinin içinde buldum. Yirmi senedir tanırdım onu… ama gün geldi birbirimizin arkadaşı olduk, giderek ilişki ilerledi, “halvet olduk”. Peki en sonunda vuslata erdim mi? Hayır… tabi ki eremedim. Bohr, Bohm, Hawking dahil kim erebildi ki ben ereyim?
Velhasıl bir rüzgar esti, beni hızlı hayatımdan koparttı ve kendimi bir (filmlerdeki akla ziyan icatları yüzünden nice ülkenin casus servislerinin peşinde olduğu formüller yaratsa da evinin yolunu yitiren) profesör kimliğinde buluverdim.
Bu birçoklarına göre kupkuru gelecek model içinde mutlu muyum?
Evet, büyük ölçüde mutluyum.
Ama şuna da KESİNLİKLE biliyorum: Eğer sizlere öğretmeye çalıştığım sözleri kendim 1/1 oranında uygulayabilsem (%90 uyguladığıma emin olun) benzersiz keyifler içinde yaşayacağım. Ne yazık ki gücüm bu kadar yetiyor ve “çalışmaktan biraz olsun geri durmak” adlı o erdeme ulaşamıyorum.
Bu girizgahtan sonra (her zamanki gibi konuyu dağıtıcı girizgahtan sonra) size -madem merak ettiniz- ortalama bir günümü detaylı şekilde anlatayım. Bana inanın; içerikte en küçük bir abartma veya gerçek gizleme yok.
Günüm sabah 5-6da uyanarak geçer. Uyanır uyanmaz yanımda duran laptop’um açılır, yüzümü yıkamam sonrasında yeniden yatağıma girer, onu kucağıma alır, çalışmaya başlarım. Bu saatlerde (yani beynim en açıkken), bana en sevimsiz ve zor gelen işleri yapmaya koyulurum. En sevdiklerim, en sona itilir.
Aynı sürede editörlerim öğrencilerime dersleri yollamaktadırlar. İşleri bitince bana rapor veriler ve okumam gereken linkleri aktarırlar. Erken saatlerde aramızda yoğun bir bilgi transferi ortamı başlar. Bizim günümüz sabahları mesai saatinden çok önce başlar.
08.30 gibi yataktan kalkar, müziğimi açar, hazırlanmaya başlarım. (Çalışmadığım her an müziğim açıktır. Sabahları genelde -arkadaşlarımın “süpermarket müziği” diye bana takıldıkları- smooth jazz tarzı şeyler dinlerim.) Traş olur, saçlarımı -artık pek az kalsalar da- bir avuç jöleye boğar, giyinir aynaya bakarım. Bu anlar, yani kendime baktığım anlar, en sevdiğim zamanlardır. Bu yüzden evimin neredeyse her köşesinde ayna vardır. (Rezil olduk. :)
Günün ikinci bölümü ofisimde başlar. Masamın başına geçip sistemi açtığımda çok az insanın mutlu olacağı kadar mutlu olur, yaşadığımı anlamaya koyulurum. Artık kendim olduğum diyara yolculuğum başlamaktadır.
Ama söz konusu yolculuk genelde “inkıtaa uğrar”; çünkü tam hızımı almışken benim aşkım, sarışınım, oda kapısına gelir, önce gözünü bana diker bakar… benden tepki alamayınca ağır-ağır, salına-salına, oda ortasına, tam karşıma gelir, kendini sırt üstü yere atar, bacaklarını kaldırır, bana -bu kez daha keskin şekilde- bakar.
Bu pozuna karşı koyamadığımı yıllar içinde öğrenmiştir.
O anda içimde yoğun bir öfke ile yoğun bir sevgi dövüşmeye başlarlar. “Çalışıyorum, görmüyor musun? Para kazanamasam kendi yiyemediğim şeyleri sana yediremem, bunu anlamıyor musun?” azarı ile; “Bebeğim, haklısın, bunaldın, gezmek eğlenmek istiyorsun; hem sen olmasan, beni zorlamasan, belki de kör-kötürüm olurum” sözleri zihnimde dans etmeye başlar. Sonunda hep sevgi kazanır, bana işimi bıraktırır, yerimden kaldırır. Artık yapacağım tek şey sarışınımın tasmasını takıp, onunla bir saatlik yürüyüşüne çıkmaktır.
Apartman kapısının önünde çete (sarışının haylaz arkadaşları) bizi çoktan beklemektedirler. Hep birlikte bir saat boyunca otoyollar aşar, parklardan geçer, gecekondu mahallelerine dalar, sonunda yorgun ve mutlu halde ofise döneriz.
Kahvaltımı etmem sonrası çalışmam yine başar ve artık -derler ya- “top patlasa fark etmeyeceğim kadar” dalar giderim. Bilgi, benim için reel bir mekandır. Kara deliklerde bilginin saklandığının matematiksel olarak kanıtlanmasından sonra bu hissimin gerçekliğini görmüşümdür. (Bu konuda bir yazı hazırlıyorum.) O diyarda -yanıtımın en başında söz ettiğim- her çılgınlığı yaşarım: Farklı serüvenlere dalar, bazen korkar, bazen bunalır, bazen sevinç dolar, bence (seks dışında) gerçekten sadece orada yaşarım. O büyülü diyarda hiçbir zift rengi negativite bana diş geçiremez.
Akşam 5.30da bir çalar saat çalmış gibi çalışmalar durur. Arkadaşlar bu huyuma “Sen yazılı sınavda ‘kalem bırak’ eğitimcilerindensin” diye takılırlar. O anda sistem kapatılır; bilgi, ertesi günkü buluşmamıza dek kara deliğe, yuvasına döner. O giderken arkasından teşekkürlerimi sunsam da, ışık hızında yol aldığı için beni duymaz. Yıllardır -çok büyük olaylar olmadıkça- saat 17:30da içkimi bardağıma dökmeme hiçbir güç engel olamamıştır.
Akşamlarım genelde yalnız geçer. Yalnızlığı, kelimelerle ifade edilemeyecek kadar, hatta hatalı olduğunu gördüğüm halde, tanrımdan (ve varlığımdan) uyarılar alsam da vazgeçemediğim kadar, çok severim. Yalnızlık aşkım, yenemediğim en kötü huylarımdan biri, ikinci günahımdır.
Telefon çalarsa inanılmaz şekilde gerildiğimi itiraf edeyim. Bana yakınlarım hala e-posta ile ulaşırlar. Özelime girmek için adım atan değerli kişiler bu yanıma saygı ya da anlayış göstermezlerse yakınlaşma adına hiçbir şansımız olamaz. Bana telefon edecek yakınlıktaki pek az dostum telefon etmeleri gerektiğinde önce yazılı mesajla uyarırlar, onay alınca ararlar. Günüm, neredeyse dakikasına dek programlıdır.
Akşam tek başınalık saatlerimde ofisteysem kişisel bilgisayarımda bir manzara linki açarım. Elimde içkim, kucağımda sarışın, drone ile tropik adaları gezerim, camlarını yağmurun dövdüğü ortaçağ kütüphanelerinde kitap okurum, ya da bir kulübenin camının gerisinden karın yağışını izlerim.
Müziğim ise hard rock, senfonik rock, ya da klasik müziktir. Rammstein genelde eksik olmaz gecelerimden… Il Divo da… Bazı arabesk parçalara neden “damardan” dendiğini anlayacak kadar rock müziğe düşkünümdür. O saldırgan davullar, vahşi elektro soloları kanımda… yok, nöronlarımda, en haz yüklü, dünya dışı, nörotransmiterleri salgılatır, yasak alemlere uçururlar beni.
Yalnızlık tutarağımı bilincinde olduğumu, haftanın bir gecesi bana konuk gelen bir arkadaşımla bu hatamı yenmeye çabaladığımı (çamura yatmadığımı) eklemem gerek. (Kimi zaman iki gece da oluyor hani. ;)
Ancak haftanın bir günü, daha doğrusu tek bir gecesi, kendime verdiğim bir tatil vardır.
Neden o gün tatildir? Yani neden o günü “tatil” olarak adlandırırım? O gün tatildir; çünkü sürekli üzerimde taşıdığım pozitif kimliği o gecelerde çıkartır, kendime “kendim” diyebileceğim bir şey olma izni veririm. Bu kendim, özümdeki -bu gün yapmakta olduğum işi yapmama ve bir yandan da ülkülerimi kovalamama izin vermeyecek biridir. Bu iş, yani elimden geldiği kadar farklı inanç, bakış açısı, eğilim vb. deki kişilerin hepsine iyi gelecek ortak şeyler söylemeye çabalamak (özetle BİRLEŞTİRMEK) o kişi ile, kendim ile, yapılacak iş değildir. O (kendim) bir liderdir. Oysa benim işimde, hedefimde, idealimde -sanılanın aksine- liderliğe yer yoktur. Oysa hala da kimliğimde silinemez bir liderlik eğilimi vardır. İşte o yanımı sadece haftada bir gece, tatillerde yaşarım.
[Topluluklarda lider olmayan bir yönlendirici modeli bence en başarılı şekilde Small Soldiers adlı filmde izlenebilir. “Elit komandolar”a karşı direnen gorgonite adlı grubun yönlendiricisi kendini “Gorgoniteların Sözcüsü” olarak tanıtır. En ağır yükleri o taşır, tehlikelere en önce o atılır, büyük özverileri o omuzlar, arkadaşlarından güçlü ve zekidir… ama lider değildir. Anthony Robbins’in güç tanımı anaerkideki erkeksi güç kavramını çok güzel özetlemektedir: “Güç, kesinlikle mutlak hakimiyet gerektirmez. Güçlü kişi, kişilere hak ettiklerini verebilir; çünkü güç, diğerlerinin ihtiyaçlarını tanıma ve giderme yeteneğidir.”]
Kendim olduğum gecelerim elbise seçimi ile başlar. American Jigolo adlı 1980 yapımı filmde erkek eskort Julian (Richard Gere), gece avına çıkmadan önce gardrobunu, çekmecelerini açar, gömlekleri, kravatları yatağın üzerine atar ve “kombinler” yapar. Ben de -gardrobum mütevazi olsa da, kombin-monbinden anlamasam da- o gece ne giyeceğime (siyahlara mı bürüneceğime, beyaz bir ceket mi giyeceğime, ya da gri bir takımı mı seçeceğime) zevk içinde karar veririm. Sonunda giyinir, parfönümü -ölçüsünde- sıkar, yeniden ayna karşısına geçer ve bana bu güzel yaşamı veren iyiler iyisi yaratıcıya şükranlarımı sunar, günahlarım (çalışmaya bu denli düşkünlüğüm ve yalnızlık tutkum) adına pişmanlığımı dile getirir, çabalamaya devam edeceğime söz veririm.
Tatil gecelerimin mekanı -eğer param varsa- lüks otellerin barlarıdır. Arkadaşlarım bu huyumla “bu kadar mekan varken oteller ne iş?” sokuşturmaları ile dalga geçerler.
Ben ise kendimi savunmak adına “en iyi martininin otel barmenlerince yapıldığını” öne sürerim. Maddesel durumum kırık ise, ki, genelde öyledir, daha kendi halinde bir mekana akar, screwdriver’a (votka portakalın gerçek ve cool adı) razı olurum. Bu gecelerde de kural olarak yalnızımdır.
Gittiğim mekanda köşede, diplerde bir yere oturur, içkimi söyler, bir hafta boyunca -kendi isteği ile- şatomun kule odasında kapalı duran göz enerjimi serbest bırakır etrafa salarım. Ancak yine yanlış anlamayın; bir daha asla pis ve nalet bir herif olmam… asla olmam. Ama artık ne birkaç saat önceki kadar nazik, ne o kadar anlayışlı, ne o kadar sevecen, ne de o kadar güler yüzlü, ne de o kadar uyumluyumdur. O geceler benim kendim olduğum, gerçek kişiliğimin hücrelerimden fışkırmasına izin verdiğim tatillerdir.
Ve sonra gece başlar.
Bu ne mi demek?
E, o kadarı da bana kalsın… :)
Nasıl? İllaki öğrenmek mi istiyorsunuz? O zaman siz de tatil verin kendinize, girin kimliğinizin derinlerindeki çılgınlığa arada sırada. Sınırları aşmadan, geri dönüş yolunu kaybetmeden, ölçüyü kaçırmadan, arabanızın kabak olacağı kadar dans etmeden, daha bir kendiniz olun. Dönmemiz kaçınılmaz olan sisteme bağınızı (silver line’ı) kopartmadan, yayılın. Orası, eğer kendiniz olmaya çalışırken NE celp etmedinizse, cennetin manzarasının en güzel seyredildiği yer, beyninizin balkonudur. Giyinin süslenin, çıkın oraya, erkekseniz açın pelerininizi, kadınsanız kaldırın eteklerinizi (isteyen erkek etek giyebilir, isteyen hanım pelerin takabilir, sorun yok :D) ve havalanın kısa süreliğine de olsa.
Bakarsınız o sınırsız çılgınlık içinde karşı karşıya gelir, yasak frekanslarla birlikte sevişir, katlana katlana boşalır, gerçek özgürlük ve macera için en önemli aracın beyin olduğunu bir kez daha anlarız.
Hawking ne diyor: “Ben sadece fizikçi ve kozmolog değil, aynı zamanda düş gezginiyim; sizlerle bir bilgisayar aracılığı ile konuşabilsem de beynim özgür.”
Hadi bu gece sizin “o” gecelerinizden biri olsun sevgili sorucu. :) Hem de yatağınızda penyelerinizle yatıyor olsanız da!.. Madem ki beyninizin içinde tüm yasak diyarlara otoyollar vardır… o zaman bu gece başlayın gazlamaya. Böylece maji dünyasına bence ilk adımı da atmış olacaksınız.
Ama erkekseniz kesinlikle geceleri kadınlara yol verin; geceler öncelikle kadınlarındır. Hayır; bu sözlerimin gerisinde trafik kurallarına uymaya yönlendirmek isteyen korumacı bir tavır yoktur. Sözlerimin nedeni Yunan mitolojisi yaratılış mitidir. Bu ve benzer bazı başka mitolojilerde en ilksel (primordial, anasız babasız doğan, kendi kendine var olan) olgu/varlık Gece'dir (Nyx)… ve dişidir.