YANIT
Merhaba arkadaşım!
Yanıtlarımda sıklıkla “yaşlıyım” sözcüğünü kullansam da, senin cümlendeki “yaşlı” nitelemesinin beni yansıttığını sanmıyorum. Neşeli, hatta çocuksu, yerinde duramayan, gülmeyi çok sevdiğim için benim yaşımdakilere gösterilen saygıyı neredeyse hiç göremeyen (buna da gizliden gizliye bozulan :) biriyim.
Lafı, izninle, biraz dağıtayım:
Bence pozitif diyebileceğim bu karakter ile mi doğdum?
Ne gezer?
Berbat denilebilecek biriydim.
Hayır; ne çaldım, ne dolandırdım, ne yaraladım, ne öldürdüm; esrar dahil uyuşturucuya elimi sürmedim… ama çok kalp kırdım, insan incittim.
Kadınları da hiç sevmezdim, küçümserdim. Karıma şiddet uygulardım.
Küstahtım. Egoisttim. Egosantriktim…
Kara büyücüydüm.
Ve sonunda her şeyimi yitirdim.
Her şey derken bunun içeriğini beni okuyan kimse bilemeyecek… ama bana inan, kapsam dehşet verici…
Kötülüğün ne olduğunu bu gün, bence, sizlerden iyi biliyorsam, bunun en önemli nedeni onu gerçek anlamı ile tanımış olmaktır. Kendi sayfamda dile getirdiğim gibi, beyaz büyücüler arasında bir inanç vardır: Şeytan’ı, onun eski yakınlarının yok edeceğine inanılır… çünkü onu gerçek yüzü ile sadece onlar görebilmiştir.
[Acaba Şeytan diye bir bilinç var mıdır? Hani, dinsel söylemde tanıtıldığı gibi? Bence, evet, vardır. Ama ben her şeyi bilemem. Olmayabilir de. O, belki sadece bölünmeye neden olmuş değil, bölünme anında meydana gelmiş bir çeşit radyasyon, bir alandır.]
Kendimi betelemek adına bunları neden söyledim? Söyledim; çünkü pek az insanın geçmişte benim kadar hatalı olabileceğine inanıyorum. Yani olumsuz duygular içindeki HERKESİN küçük yol göstermeler ve biraz istekle/çabayla keyifli kaderlere kolayca geçebileceğini yaşanmış bir örnekle -kendimle- göstermek istiyorum. Diyorum ki “Okuduğum, duyduğum şeyleri aktarmıyorum; bizzat yaşadıklarımdan söz ediyorum. Ben bile, o zift mahzeninden çıkabildimse, sizin için çözüm çok daha kolay. Ümidinizi kaybetmeyin, ümit ettiğiniz o hedef, sandığınızdan çok, çok daha yakında”.
Bilgeliğe geleyim: Yaşanan seneler boşuna geçirilmediyse, zamanla elde edilen bilgi ve birikimler bizim iddiamıza göre “ağır abi”, ya da ataerkil kültürün “uzun sakallı, biraz asık suratlı, kerameti kendinden menkul” bilgesini DEĞİL, benimkine benzeyen karakterler yaratır. Bu konuda bir örnek Bülent Kısa’dır. Onun hakkında kısa bir olay anlatayım: Bundan 40 yıl önce kendisinin çok seçkin majisyenlerden kurulu bir grubu vardı. Bir gün ünlü bir dergi, grubu ile söyleşi yapmak istedi; o ve arkadaşları röportaj vermeye gittiler. Söyleşi sonrasında yaşadıklarını “Adamlar beklediklerini bulamadılar; neşemize, halimize çok da şaştılar” diyerek anlatır ve kahkahalar atardı. Yani gerçek bilgi, hayatı ağır değil, kolay yaşatan ve hafife almayı ÖĞRETEN bir aracıdır.
Bu yüzden kendimi ne -senin kastettiğin manada- bilge, ne engin, ne de üstün biri olarak görmeme imkan yoktur. Hem böyle biri yoktur ki… Evet, herkesin önünde uzanan bir bilgi denizi vardır. İçine girmek, orada yüzmeyi öğrenmek zor iştir. Ama gönlü şen ve rahat (PE frekans taşıyan beyin elektriğine sahip olan) insanların -ister o denizde balıkadam olsunlar, ister denize uzaktan baksınlar- “hayr”ları arasında zırnık fark yoktur. Bu bilgi de “beğenmedikleri partiye oy verenlerin oy hakkını -çobandır, rençberdir diye- ellerinden almaya kalkan mandarinler”e gitsin. ;-)
Sorunu yanıtlamaya ise ilk adımda küçük bir bilgi vererek başlayayım; sonra uzun-uzun konuşalım:
Bilinç > EM alan (bkz ETC, EM Theories of Consciousness),
düşünceler > bu alanın eksitasyonu,
EM alandaki her eksitasyon > foton,
fotonlar > enerjidir (enerji taşırlar).
Amerikalı popüler fizikçi Brian Greene'nin bir somuna benzettiği hali ile geçmiş ve gelecek şu anda bile vardır. (Konu hakkında detaylı bilgi için lütfen Zamanın İçindeki Her An Şimdiden Vardır adlı yazıma göz at.)
Bu nedenlerle geçmişe düşüncelerinle yapacağın her yolculuk (ki, bu duruma sadece geçmişi düşünüp durmak değil, bir arkadaşına anlatmak da dahildir), uzay-zamandaki düşündüğün alanı (olayı) eksite edecek, canlı tutacak, ya da yeniden canlı kılacaktır.
Geçmişi değil "paylaşmaya" (örneğin dertleşmeye), düşünmeye bile son ver. Artık gerçeklere çağdaş bir kişi olarak, standart bilgilerin ötesinde bakmaya başla.
Şimdi asıl söylemek istediklerime geleyim: Seni çok iyi tanıyorum, başa çıkmaya çalıştığın NEyi yıllar önce bana ilk mesaj attığında görmüştüm. Yani bana kendini anlatmana gerek yok. Ancak zaman içinde -sen farkında olmasan da- (bana bu mesajı yazman, farkında olmadığını düşündürdü) olumlu gelişmeler yaşadığına inanıyorum. Bu mesajındaki -hatalarını kabul edip, yardım isteme aşamasına gelme durumun- bunun kanıtıdır kanımca. Olumlu frekanslar beynine nüfuz etmeye başlasalar da, pozitif sonuçlar HENÜZ yaşamına yansımamış olabilir; daha darbe alacağın olaylar, çekeceğin acılar bulunabilir. Gariptir; düzelme başladığında akış garip şekilde kötüleşir. Bu durumu dinsel bir bakış ile “Şeytan’ın kaybetmekte olduğu enerji adına son atağı”; ya da “mumun sönmeden önceki son parlayışı” şeklinde yorumlamak mümkündür. Aynı durumu Mevlana “Ayağına batan diken, gül bahçesine yaklaştığının göstergesidir” şeklinde dile getirmiştir.
Doğru yolda, ağır aksak da olsa ilerlediğini düşünsem de, sana yardımcı olabileceğine inandığım bazı önerilerde bulunayım.
Öfkenin ana nedeni genelde korkudur. Ve öfke yaşamın farklı alanlarında görülse de, aslında çoğunlukla diğer insanlara yöneliktir. Yani olumsuzluğun ana nedeni “diğer insanlardan alınacağı öğretildiği için alınacağı varsayılan darbeler yüzünden” ya da “önceden darbe alındığı için" gelişmiş olan korku duygusudur. Bu korku “falanca adam ağzımı burnumu dağıtacak” şeklinde bir kaygı değildir. Çok köklüdür, çıkış noktası acı çekme ve/veya yaşamı yitirme korkusudur. Eş değişle insanların büyük bir kısmı diğer insanları kişisel acı kaynağı olarak görmeye koşullanmıştır. Söz konusu koşullanma ise -acıdır- geometrik ortalama ile, katlanarak artar.
Korkuyu kabul etmek (kişinin sürekli -gizliden gizliye- korktuğunu kabul etmesi) sanılandan çok daha zordur; çünkü ataerkil kültür (korkuyu tetikleyen kendi hatalı önerileri olsa da) korku duymayı en büyük zaaf olarak belletmiştir. Oysa korktuğunu kabullenmek cesaret göstergesidir; ayrıca cesaret, hiç korkmamak değil, korku duygusuna RAĞMEN, yapılması gerekeni yapmaktır. Sözün özü, korkuyu yenmenin ilk adımı, fark edilmese de korku içinde olunduğunu görebilmektir.
İkinci adım ise insanları anlamaktır. Bizim düşünce sistemimizde sevgi, genelde kabullenildiği gibi bir koruyucu değildir. Biz, “Sevgi her şeyin çözümü, bu yüzden sevin” sözüne fazla inanmayız. Herkesi sevebilmek tabidir ki büyük bir yetenek, benzersiz bir erdemdir. Ancak sevgi zorlama ile yaratılamayacağı gibi, söz konusu yetenek ne yazık ki pek az insanda bulunur. Bu yüzden kendini zorlayıp insanları sevmeye çabalamak insanı yerinde saydıracak bir vakit kaybı olabilir; beceremeyenlerde tepki bile yaratabilir.
Soğukkanlılık ve sağduyu ile gerçeklere odaklanmak ise daha yararlı sonuçlar var edebilir ve bu sonucu meydana getirmek adına biraz bilimsel yaklaşım gereklidir.
Big Bang öncesini “mutluluk ve tamlığın odağı olan bir Öncel Evren, cennet” şeklinde görmemiz ezoterik bir teoridir; ama bilim dahi Big Bang öncesinde her şeyin bütün olduğunu, patlama sonrasında entropi’nin başladığını, işin kötüsü entropinin giderek arttığını söylemektedir. Yani her şey, tahtasından toprağına, hayvanından insanına, zencisinden aryanına, entelinden magandasına, dincisinden dinsizine dek aslında AYNI ŞEYDEN yaratılmış, sonradan bölünmüştür… giderek de -artan hızla- bölünmektedir. Düşmanlık yaratan farklılık -bizlere göre- bir saldırı sonunda gelişmiş AYRILMA nedeniyledir. Bu yüzden entropiyi hipotetik olarak tersine çevirmek, öncel mutluluğa adım atmak anlamındadır. Entropi böldüğüne göre, mutluluğun (öncel evrene varmanın) yolu birleştirmektir.
Bu teorik sözleri pratiğe çevirelim: Kişide öfke yaratan (ki, öfkenin asıl nedeninin öğretilmiş korku olduğundan yukarıda söz ettim) bir diğerinin aslında temelde öncel ve mutlu bir yaşamdaki kardeş olduğu görebilmek, kişiyi -düşman ya da rakip sanılan diğerinin de aynı korkuyu duyduğu için düşmanlık yaptığı- sonucuna getirebilir. Düşman konumunda algılanan kişinin ne kadar itici ise, o kadar bölünmüş olduğunu anlamak gerçek bir bilgeliktir. İnsanlar (önceki yanıtlarımda söz ettiğim ve Sorular ana sayfasındaki search kutucuğu ile aratabileceğin) ultimate bliss hissi yarattığı söylenen alanla kontağı ne kadar koparmışlarsa, o kadar “bölünmüşler” demektir. Daha basit bir anlatımla: Düşman, fark etmiyor olsa da (ki, çokluk -tıpkı kişinin kendi gibi- hissetmekte ama dile getirememektedir) kişi ile aynı ölçüde (kişiden daha da bölünmüşse, daha fazla) korkmaktadır. Bu kişi çok güçlü bir konumda da olabilir; “yenilmez” bir imajı bulunabilir, ama hata yapıyorsa -buna şaka yollu “liderlik ediyorsa” (zart-zurt ediyorsa) diyelim mi- ;-) büyük olasılıkla korkuyor demektir.
Eğer kişi yukarıda yansıttığım bilgileri özümleyebilir/kabullenebilirse, korkusu ciddi oranda azalacaktır… çünkü artık diğer kişinin aslında kendinden üstün, ya da daha güçlü olamayacağını, insanların genel bir korku ile harmanlanmakta oldukları için düşmanlaştıklarını görebilecektir.
Korkunun ilk azalma adımı (sübjektif bir ortamdaki entropide hipotetik olarak geriye doğru adım atılma anı) ile ilk reel PE celp olur ve kişinin kendi başına halletmesi gerçekten zor olan olaylarda çözümleri üretmeye başlar. İyi haber odur ki, PE de katlanarak artar… hem de katlanma oranı, NEden çok fazladır. Yani iyi ve mutlu olmak ASLINDA KOLAY OLANDIR; çünkü özgün yapıdır. PEnin varlığının cılızlık nedeni, onu celp etmek adına ilk adımın atılmaması için sistem geliştirilmiş olmasıdır.
İşte bu yüzden insanları sevmekten çok, içinde yaşamak zorunda olduğumuz ve bizden metodik şekilde gizlenen gerçeklere haiz olmak ile insanları anlamak, korkuyu yenmekte gerekli yaklaşımdır. Korku olmazsa, ne öfke, ne kin, ne nefret, hatta ne öne geçme, üste çıkma isteği kalır. Rekabet, sadece kişinin kendi içinde -eğlenceli şekilde- yaşadığı bir kişisel yarışa dönüşür. Acıyı yenmenin yegane yolu ilerleme, ilerlemenin yegane yolu olan evrim, evrimin bir yolu ise insanın başkaları ile değil, kendi ile yarışmasıdır. Kişinin kendi ile yarışma hızı ve gücü, diğerleri ile yarıştığı sürece ciddi şekilde ağırlaşır. İnsanlardan korkmak ise, diğerleri ile yarışmanın ana tetikleyicisidir. Ne yazık ki bu düşünceler ataerkil kültürde yer almaz; bunların hayrına inanılmaz.
Benden yardım istemişsin; ama bu yaşamda yalnızsın. Arada -geçici süre var olacak- destekler görebilirsin, bunlar değerlidir; ama senden başka kimse seni acı verici kaderlerden çekip alamaz, -değim yerinde ise- “kurtaramaz”. Kimsenin anlayamadığı, bu yüzden de kabullenemediği gerçek, insanın en iyi kendi kendine yardım edeceğidir. İnanca göre Allah, Ana Tanrıça, Buda, evren, doğa, doğal fizik yapı vb.tüm canlılara bu yetiyi hayatta kalmaları adına zaten vermiştir.
Verilen yetilerin en büyüğü ise inançtır. Tıp ortamında bile ilaç olmayan şeyleri ilaç diye yutan insanların o hapların ilaç olduklarına inandıkları için iyileştikleri kanıtlanmıştır (bkz. placebo effect) . İşin traji-komik yanı, insanların kendi güçlerini, kendi güçlerine değil, ilaç gücüne inanmaları ile kullanabilmeleridir!
Soğukkanlılıkla insanları anlamaya odaklan. Giderek ortada güçlü ve üstün düşmanlar değil, aynı senin kadar dert içinde diğer yarılar olduğunu göreceksin. Bu başarı ise ilk PE celbidir.
Unutma; pırıl-pırıl -aydınlık değil, karanlık da değil, ışık hızından arınmış, pırıltı olarak nitelediğimiz bir frekansla senkronize olan- bir gelecek herkes kadar seni de bekliyor. Ama oraya varmaya değil, korkuyu yenmeye odaklan. Bu aşama seni pırıltılı kaderlere “zıplatacak”. Ne de olsa sen kendi bacaklarının gücü ile, kabuklar (yörüngeler) arasında atlayamazsın. ;-) “Korkusuzluk” adlı araca binebilirsen, her koltuğun 1. sınıf olduğunu görecek ve kuantum ortamında en iyi kadere sıçrayıvereceksin.