YANIT
Bize göre (ki bu “bize göre” başlığında sunulan içerik yıllara dayalı okült ve bilimsel araştırmalarla var edilmiştir) hiç yok.
Sorunuzda yer alan sözlerden beni okuduğunuz ve hatta sözlerime aşina olduğunuz anlaşılsa da, kendimi anlatamamışım.
Şuradan başlayalım: “tam anlamiyla Metafizik olan gerçek ve fiziksel etki sahibi cinler yok ?” dediğiniz anda hataya düşmüş oluyorsunuz; çünkü metafizik diye bir şey yok. Ya da daha doğrusu, eskiden vardı, artık yok… Şimdilerde (1920’den, kuantum mekaniğinden beri diyelim) bilim, ezoterik konuları somut verilerle açıklayabilecek kadar içerik değiştirdi. Metafizik diye ad takılan mekan kuantum uzayıdır. Sözcükten de anlaşılacağı gibi fizik planın dışındaki bir yeri işaret eder. Çok ilginçtir: Fizik bilimi, artık fizik plan dışında bir yer keşfetmiş ve kapsamına almıştır... orası da kuantum uzayıdır.
Kuantum uzayı -makrokozmos varlığı olan- bilim adamlarınca deneysel biçimde (makro araçları ile diyelim buna) ulaşılabilir olduğu halde nasıl fizik plan dışındadır? Şu nedenle dışındadır: Çünkü o mekanda fizik kuralları işlememeye başlamaktadır! Oradaki her şey standart fizik yasalarını (hatta Einstein’ın İzafiyet teorilerini) violate etmektedir. Orada her şey bir anda var olup, birden yok olmaktadır. Var olanlar aynı anda iki ya da daha fazla yerde bulunabilmekte, duvarlardan geçebilmekte, kütlesizleşebilmekte ve kütleleşebilmektedirler… “Alis harikalar diyarı”na benzeyen kuantum uzayının, “Noel Baba elfleri” denilebilecek varlıklarının (temel parçacıkların) çok da önemli bir işi vardır: Onlar bizim can sıkıcı evrenimizi, yani makrokozmosu inşa etmektedirler.
İşin daha de akıl almaz yanı (aslında gayet de akıl alır, ama ataerkil kısıtlamalarla cendereye sokulmuş beyin, bunları kavramakta güçlük çeker) bu elflere hükmedenin insan bilinci olmasıdır. (Bkz. Stapp, von Neumann vb. yorumları.)
Gerçeklik dediğimiz her şey, yani şu anda çevrenizde gördüğünüz her şey (belki işleri kaytarıp bizim siteyi okuduğunuz işiniz, az sonra yemeye koyulacağınız yemek, akşama buluşacağınız arkadaşlarınız; hatta bankadaki paranız, kart borçlarınız; dahası gelecek planlarınız, öfkeleriniz, aşklarınız dahil her şey), kişisel bilinç tarafından yaratılmaktadır.
[İşte bizler bu bilimsel verilere dayanarak demekteyiz ki: “İnsan bilinci yanılarak (buna da aldatıldığı için diyelim) evreni bet bir şekilde yaratır… Böylece Tanrısal esinden, ana alandan, özgün merkez olan cennetten uzak kalır. Kutsal kitaplardaki “İnsan Şeytan’a inandı, cennetten kovuldu” anlatımının vermek istediği bilgi budur.]
Maji yaparken imajinasyon sırasında, ya da uyuyup rüya gördüğünüzü sandığınızda, aslında kuantum uzayında gezmeye çıkmışsınızdır.
Cinlere gelelim: Dileyen -yukarıda söz ettiğim- elflere “cin” adı takabilir. Dileyen kendi kelime haznesinden bir ad da koyabilir. Bunda bir yanlış yoktur. Söz ettiğim elflere bilim ortamında elementry particles (elemanter parçacıklar) denir. O parçacıklardır bilincinizle yön verdiğiniz, evreninizi inşa ettirdiğiniz. Yani ister elf deyin, ister cin, ister particle, onlar çok önemli işlere imza atan meşgul şeylerdir. Sizin için -fark etmeden verdiğiniz emirler doğrultusunda- bir evren yaratmaktadırlar. Maji; emri bilinçli olarak vermekten başka hiç, ama hiçbir şey değildir.
Şimdi -gerçekten hatalı kimlikler olduğuna inandığım- korku filmi senaristleri, yapımcıları, yönetmenleri ve korku romanı yazarlarının yarattığı cinlere gelelim: Bu hazretler eğer gerçeklerse, size kötülük ediyorlarsa, o zaman ya evreni siz değil, onlar yaratıyorlardır; ya da siz onlara “yol vermektesiniz” demektir. İlk koşul kuantum mekaniğine göre doğru olmadığı için, geriye ikinci koşul kalır… ki, bu pek de hoşa gidecek bir durum değildir.
Dilerseniz işi biraz gır-gıra alalım, mavra çevirelim ve cinlerin kronolojik evrimini inceleyelim.
Ortaçağda spiritler vardı. Bunlar şimdiki cinler gibi halkla “enseye tokat” mesafesinde değillerdi nedense, ekabir tiplerdi. Senin-benim gibi sıradan kişileri beğenip iletişim kurmazlardı. Onlarla teşrik-i mesai etmek adına müneccim olmak şarttı. Müneccimlerin de pek-bi-gizli envokasyonları vardı tabi ki… Ha, ekleyeyim; bu envokasyonlar Kabala temelli idi. Nereden mi biliyorum? Hayır, okült konulara yakınlığım nedeni ile değil; hepsi çoktaaan *.pdf şeklinde internette free dolaşıyor. Gülmek adına indirip okuyabilirsiniz. :)
Bu ürkütücü varlıklar zamanla "ölmüş insanların geri dönmüş hali" olarak daha bi’ halka indiler: 1800lü yıllarda şato hayaleti kimliğine atladılar. Artık onlar şatolarda gece saat 12’de zincirlerini tangırdatarak dolaşmaktaydılar. Fakat hepsi de -kimileyin Amerika- ama genelde Avrupa’daki şato ve mansionlardaydı. Şato kültürü o ülkelere aitti çünkü. :) Yine de aynı hayaletler, aynı ülkelerin köylü, esnaf veya rençberlerinin evinde görülmemekteydi. Hayalet olmak bile statü gerektiriyordu. Yani bir köylü veya esnaf ölünce asil ölüler gibi hayalet olamıyordu; ya da olsa da sadece mavi kanlılar onu görebiliyorlardı. :)
Bu hayaletler (yani hayalet konusu) tutunca hayaletler şatoları bıraktılar evlere dadanmaya başladılar.
Artık onların adı “ruh” du…
Evlere onun ruhu geliyordu, bunun ruhu geliyordu; falancanın ruhu filan yere görünüyordu, şu hikayenin kahramının ruhu bu apartmana dadanıyordu. Bu densiz ruhlar nedense Monaco ya da Las Vegas gibi para/seks/gece hayatı ile dolu beldelerde hep sıfır çekiyorlardı. Sanırım onlara tur bindiren para ve eğlenceydi.
Zaman içinde bazı uyanıklar olayı geliştirdiler; ruh çağırma seansları tertiplemeye başladılar. Medyumlar toplantılarda parayı hamutu ile götürüyorlardı tabi ki. :D
Bizim devir ruh çağırmalarında -gençler inanmayacak ama uydurmuyorum- iyi bir seansta havada borazan görmek şarttı. Bu borazanlar kendi kendine tavanda biter, bir de "zooorrttt" diye öterlerdi. Borazan yoksa seans biraz “ordiner” düzeyde kalıyordu. Bu cümle, ruh çağırma modası devrinde öz-kulaklarımla duyduğum sözlerdendir.
Zaten o zamanlar bir adama, son 20 yılda romanlar ve filmlerle moda olan cinlerden laf açsam,“sıçratış beyni, zavallı” deyip merhabayı keserdi. "Hoca" denilen kimliklerin "hüddam"ı vardı, kabul; ama onlar da hocanın sayfa sayfa bendeller, konjurasyonlar okuması ile rica-minnet gelirledi. Ağır satarlardı kendilerini. Ergenlere, ev hanımlarına, yaşlı teyzelere görünmeyecek kadar burnu büyüktüler.
Zamanla her şey gibi bunun da modası geçti.
Ama insanlar korkmalıydı… Bulunmalıydı bir şeyler acilen!
Böylece uzaylı modası çıktı.. ama pek tutmadı bu iş nedense. İnsanlar kanlı-canlı yaşam formlarından pek korkmuyorlardı. Korkmak için esrar gerekliydi.
Ve Hollywood para kokusu aldı, konuyu parmağına doladı, eğdi büktü, en korkunçlu hale getirdi. E, bizim Amerikan hayranı çağdaşlar eksik kalır mı; dabbeler, cinler üretmekte ağa babalarını geçtiler. Artık beş yüz yıllık bayat yemek, yeniden ısıtılıp servis edilmeye başlanmıştı.
Özetle, insanlar hala (yüzyıllardır) uyku adlı tedavi edici beyin süredurumu ile anaerkide kutsal sayılan ve gerçekten dost olan karanlıktan (aydınlıkta uyuyamazsınız; uyku-uyanıklık düzenini yaratan sirkadyen ritm, karanlıkla ilgilidir) itinalı biçimde uzak tutuluyorlardı.
Bu korkutma-korkma döngüsünü yok edemesiniz; çünkü iki yandan desteklenmektedir.
1- İşin ardında dev bir sanayi bulunur. Sanayi; hammaddeleri, kullanılacak ürünler durumuna getirmek demektir. Buradaki hammadde ise insan bilincidir.
2- Yasaklarla dolu ataerkil kültürde hiç bir şekilde tatmin bulamayan, izin dışı yeteneklerini sergileyemeyen, başarı elde edemeyen, onay göreceği işleri yapamayan; monoton bir avlanma süreci (çalışma) içine hapis insan, "yaşam" (yaşamak) adına dört elle gizeme sarılır. İhtiyacı olan heyecanı aramaktadır aslında. Ama böylece genelde gerçek bir cini, korkuyu, başına musallat eder.
İnsan bilinci tarafından var edilen evrende “fiziksel etki sahibi cin” neymiş kardeşim? Her şey, ama her şey sadece sizin, bilincinizin elinde… Ama evet, o bilinci ele geçirmeye, ya da yön vermeye çalışanlar olabilir; buna yoktur demiyorum.
Ancak o cin değil, başka bir şeydir.
O “şey” bir alandır.
Belli bir dalgaboyu, frekansı vardır. Var ettiği kültür ve inançlar ile insanı aldatır, kendine inandırır, bilinci değiştirir, yani bilinç adlı beyindeki alanın dalgaboyunu etkiler, ona sahip olur… senkronizasyona girer… genliğini güçlendirir.
Bir anlamda o da bizler gibi yaşamaya çalışmaktadır. :) O da bizler gibi besine gerek duymaktadır.
Ama durun, hemen ona az da olsa anlayış ve şefkat ile yaklaşmaya koyulmayın… çünkü onun besini biziz. :D
Onun besini olmamanın ise iki yolu bulunur.
İlki, korkmamaktır.
Korku, bazı kültlere göre basbayağı bir varlıktır, bir duygu değil. Beyine girmesi ile korku adlı duyguya dönüşür. Giderek çocuk sahibi olur: Acı ve öfke adlı nur topu gibi iki offspring’i vardır artık.
İkincisi yol ise dışarıda heyecan dolu bir off-road yarışının olduğuna inanmaktır. Evet, parkurdaki engellerin bazıları zorludur; ama onları bir aşmaya gör… Hiçbir kelimenin anlatmaya kifayet etmeyeceği duygular beyne üşüşüverir ve muhteşem bir balo tertiplerler. Bu yüzden önünde zorluklar/sorunlar olan kişiler yola çıkmadan engelleri değil, yarış sonundaki ödüllere odaklanmalıdırlar.
Eğer bu iki kural realize edilebilirse, 4x4’ün kontağına istekle basılabilirse, yol boyunca ne kadar zorlukla karşılaşılacak olsa da, bunlardan hiç birinin cin-min olmadığı, cinlerin parkura her nedense giremedikleri kolayca görülecektir.
Ha, şu da var: Kuantum uzayı ile en fazla halvet olan parçacık fizikçilerini cin çarptığı görülmemiştir. Ölüm ötesi deneyler yapan tıp doktorları hiç hayalet görmemiştir.
Bunlar da ilginç değil mi? ;-)