YANIT
Ne güzel bir soru bu. Çok, çok teşekkürler. Müslümbabavari yanıtları ile ilgili olduğu için yine sıralamaya almadık.
Bu sitede yedi yıldır beni okuyacak kadar (yani "bilgi içeren, makale benzeri yazıları haftada iki kez okumayı isteyecek kadar" manasında) beynini kullanmayı seven kişilere "düşünme, boşver, kafayı takma, aldırma, basit ol" gibi laflar ederek Müslüman mahallesinde salyangoz satmaktayız. :) Kimi zaman bazı kişileri tabidir ki geriyorumdur. Ancak yapacağım bir şey yok. Sözlerimi itici bulanların siteyi ziyaret etmemek gibi bir seçenekleri var. Ama benim bildiğimden farklı şey söylemek gibi bir seçeneğim yok. Benim upuzuuuun laflarımı okuyacak beyindeki kişilere bir yazar olduğum halde "kitap okumayın" demek riskli bir iş. Genelgeçere bu kadar ters laf ettiğim halde yedi yıldır tek bir adet bile annemin hatırını sorup, ona çıkma teklif edeceklerini belirten mesajlar yollamadıkları için sinirlerini sıçrattığım dostlara gerçekten teşekkür ediyorum. :D
En sevdiğim sorular "ne istersen anlat" denen sorular. Önceden çok özel bir öğrencim olan sevgili Buket de böyle bir laf etmişti bir keresinde. Ayrıca sevgili Hilal'in sevdiği gibi "ortaya karışık" verebileceğim yanıtlar da beni farklı keyiflendiriyor. Sizden aldığım gaz ile fırsat bu fırsattır deyip en sevdiğim konu hakkında biraz gevezelik edeyim. En sevdiğim konu mu ne?
Tabi ki her ihtiyar gibi "eski günler"den söz etmek. :)
"Bizim zamanımız"ı dile getirirken 70leri, hatta 60ları anlatmayacağım. Söz edeceğim zaman Cumhuriyet'in hemen sonrası; çok kişi tarafından unutulmuş bir zaman belki de.
Yazıma biraz süslü "Bay Kokoş" olduğum için bizim zamanın erkek giyim-kuşamı ile başlayacak, ardından hanımlara geçeceğim. Giderek laflar ısınacak, erotizme gidecek; sonra biraz dokundurma yapacak ve finale ereceğiz.
Bizim zamanımızda şıklık önemli bir kavramdı. Kalite ve seçkinlikten öte; entelektüel birikim, hatta bilgi/sanat/edebiyat alanlarında yetkin kişilerin şık (en azından giyime itina eden) kimseler olmaları beklenirdi. Varoluşçu sanatçılar, saç baş dağınık şairler, paspal giysili düşünce adamları benzeri tipler henüz bu ülkede görülmemişti.
Bu alışkanlığı var eden güç ise bence Mustafa Kemal Atatrük'tü. Kendisi kelimelerle ifade edilemeyecek kadar şık biriydi, hatta tanıdığım en şık liderdi. Mustafa Kemal'in Cumhuriyet sonrası fotoğraflarına bakınca şıklığı ile –abartmıyorum- "gözlerimin dinlendiğini" hatta içimin güzel hislerle dolduğunu söyleyebilirim. Bu da bir çeşit sanat değilse nedir? Oysa aynı "giyimsel itina"nın Osmanlı padişahlarının fotoğraflarında izlenmemesi çok önemli bir durumdur bence. (Aile kültürüm nedeni ile Osmanlılığa "da" yakın olduğumu anımsatayım. Bu konuda bilgi edinmek adına OSMANLIYIM ve ATATÜRKÇÜYÜM adlı makalemi okuyabilirsiniz.)
Ama "bizim zamanımızda" şık olmak hayli zordu! Farklı bir söyleyişle, eskiden şık olmak şimdiki kadar kolay değildi.
Bu durumun en önemli nedeni belki de hazır giyim sektörünün şimdiki gibi gelişmemiş olmasıydı. Cebi dolu iseniz eve "modistra" çağırır, batılı moda dergilerinde beğendiğiniz resimleri gösterir, modistinizin yeteneğini sergilemesi için dua etmeye koyulurdunuz. Moda dergilerini bulmak da ayrı bir zor işti. Bu konuda hanımlar en çok Mani di Fata'daki resimlerden (dergide fotoğraf yoktu) medet umarlardı. Ancak erkek giyiminde nasıl elde edildiğini bilmediğim şeyler de vardı; örneğin evdeki gardıroplarda gördüğüm "en cloche" etekli ve havalı redingotların nereden geldiğini öğrenecek kadar eski değilim. :)
Şıklaşmadaki bir diğer zorluğun nedeni ütüydü. Ütüsüz giysi ile sokağa çıkmak zorunda kalmak, kemerin bollaşıp pantalonun cart diye bileklere düşmesi ile birdi. O devirlerde "Jilet gibi ütülü" diye bir kavram bile vardı. Pantalonumuzun ütüsünün başarı oranını vurgulamak için küçük parmağımızı pantalonun ütü izine vurur gibi yapar ve tenimiz kesilmiş gibi elimizi ani hareketle geri çekerdik. :)
"Ütü olayı neden zor olsun ki?" diye düşünenler için söylemem gerekir ki işin zor yanı ütülerin kendinden kaynaklanmaktaydı!
Zorlu aletlerdi ütüler. :)
Onlarla başına dert açmadan iletişime girebilmek için hafiften demir atölyesi işçisi olmak lazımdı. Tamam, kabul ediyorum, ütüler şimdiki gibi buharlıydı… ama bu buhar kapaklı bir demir kutuya benzeyen ütünün içine konan kömürlerden çıkardı. :D Hiç unutmam, bizim eve ilk elektrikli ütü geldiğinde, tüm aile fertleri olarak toplaşıp, masa üzerine konan beş kiloluk alete National Gallery Of Art'da Boticelli tabloları izler gibi saygı ile dakikalarca bakmıştık.
Erkeğin şıklığının (hatta zenginlik ve statüsünün ;-) ) ikinci göstergesi şimdiki gibi saatleriydi. Ancak o zamanlar saatler köstekliydi ve mesaj en çok altın olan köstekler ile verilirdi. Yani bir erkek çevresindekilere "Anla bak, karşında kim var" mesajını bilek saati ile değil, köstekli saati ile verirdi. Saate bakmak ise bir ritüeldi: Dikkati çekmek, hatta dikkati zenginliğine çekmek isteyen beyler ellerini yeleklerinin (yelek de bir çeşit mecburiyetti; çünkü köstekli saati yelek cebinden başka koyacak yer yoktu) cebine atarlar, saatlerini çıkartırlar… ama hemen bakamazlardı; çünkü saatler kapaklıydı ve bu kapağı açmak -kapak yaylı değilse- epey hüner isterdi. :) Yani eli cebe at, saati çıkart, kapağı aç, saate bak, kapağı kapat, saati cebe koy… nereden bakarsan otuz saniye… Bunun anlamı otuz saniye boyunca köstek dümeni ile zenginliğini sergilemekti tabi ki… Şimdilerde ise kolunu sağa savur, saati gömleğin altından kurtar, bak, kolunu indir… beş saniye. Sürat asrındayız ne de olsa. :D
Beyefendiler ayrıca şıklık için kravat iğnesini kullanırlardı. Bu iğnenin yerini doğru saptamak ise ayrı bir bilgi ve görgü sergilemek manasındaydı. Yazılmamış olduğu için ne kadar aratsan da asla ele geçmeyecek olan bir yasa ile belirlenmiş bu konumu içgüdüsel olarak tespit etmek zorundaydınız.
Şapka ise bir "must"dı! Cumhuriyet sonrasında fötr şapka, tıpkı Osmanlıdaki fes gibi, başın bir uzantısıydı. :) Şapka bir iletişim ya da kendini ifade aracıydı da... Selam verirken, el sıkışırken şapka çıkartılırdı... ama bu eylemlerin miktarı ile önemli mesajlar da verebilirdiniz. İlerdeki senelerde bizim kültürün "monden" adamlarına en zor gelen, sol tandanslı hayat görüşünün var ettiği "köylülük" modası ile yayılan kasket baskısıydı. Hiç unutmam İGS mağazasından babama şapka almaya gidip, bulamamış ve gerçekten yüksek fiyata –onlarca yıldır kırsal kesimde yaşan erkeklerin başında görmeye alıştığımız- kasketlerden alabilmiştim. Babam tek kere bile kullanmadı… o ayrı.
[Oysa biz "foterliler", farklı sosyokültürel gelenekleri ve giyim tarzları olan kişilere hiçbir zaman "bizim şapkalar seninkinden iyi, artık bunu giyeceksin, kasket bulamayacaksın" dememiştik. :D
]
Artık hanımlara gelelim.
Eski dönemde hanımların karşı konulmazlığı zariflikleri ile ölçülürdü. Çok ünlü bir assolist ile yakınlaşacak ;-) kadar Kazanova olan babam "Bir kadına 'numarayı' ayak atışından ve bileğinin inceliğinden veririm" derdi. (Başıma çanta yemeden ilk hanımınım ayak bileklerinin kalın olduğunu açıklayarak, kadınlara "numara vermediğimi" kanıtlayayım. :) ) Ancak hanımlar gerçekten de ayaklarının burunları dışa bakacak şekilde oturup yürümeye dikkat ederlerdi. Bizim devirde parmakların –şimdiki mankenler gibi- içeriye basmasına "çarpık ayak" denirdi ve bu yürüyüş bir alay konusuydu. Bizim anlayışın daha estetik olduğu hakkında bir de kanıtım var: Balede en temel eğitim, ayak parmaklarının dışarı bakması üzerinedir. Demek ki bu duruş göze yüzyıllardır daha hoş görülmüş, ruhu daha okşamıştır. Bale, dansla göz okşama değilse nedir?
Kadınların iskarpinleri (ayakkabıları) ve esvapları (giysileri) da çok zarifti. En zarif elbiseler ise "kuti espabisi" (kutu içinde gelen elbise) idi. Platform ayakkabılar ilk moda olduğunda (70li yıllarda) gözlerimize inanamamıştık. Kendini kadın uzmanı tayin eden babam, görüşlerini "kadınların ayağına nal takar gibi takoz raptettiler" şeklinde belirtmişti. :)
Hanımlar o zaman da erotik giyime düşkündüler. (Çanta gelmeden yine "bazı hanımlar" diye sözümü düzelteyim. :) )
Erotizm anaerkide kadın şıklığının vazgeçilmez parçasıdır. Seksi (yani cinsel uyarının ZEVK vermesini) asla sıfırlayamaz, insan beyninden –adamın kafasını kesmedikçe- çıkaramazsınız. Şık giyinmek ise –bize göre- erkeklerin gözünü giyim konusu ile okşayarak ZEVK VERMEK ve böylece dikkati çekmekse, bu komboya DOZUNDA erotizm katmamak, yemeğe tuz koymayı unutmakla eştir. (Tamam Demetcim ve bazı değerli hanımefendiler; siz kendiniz için şık ve erotik giyiniyorsunuz, bizler için değil. Ben bilgisiz bir öküzüm. En iyi dalgıç sizsiniz, en iyi filmi siz çektiniz. :DD )
Erotik giyim dedimse sadece Japone kol ve degaje yaka sınırda… Ama çarşaflı hanımlara alışmış göz için bu moda porn klip değerinde. Hanımlar 30 derece öne eğildiklerinde bu manzarayı gören erkeklerin ateşi başına değil, başka yerlere vuruyor; çünkü görülen tam bir bottomless pit manzarası. Bir resepsiyonda, bir hanımın yakasına iliştirilmiş gül, içki bardağına düşünce cuş-u huruşa gelip bu görüntüye şiir döşenen ünlü bir şair, kendisini coşturanın farklı görüntü ;-) olabileceğinden de söz etmişti yanlış anımsamıyorsam. Hanımlar tramvaya binince (o zamanlar yegane toplu taşıma araçları tramvaylar) savrulup duran araçta yerlere serilmemek için kollarını tavana raptedilmiş, ama nedense erkek boyuna göre yapılmış metal borulara uzatmak zorunda kalıyorlar. Bu hanımlar eğer japone kollu giysi kuşanmışlarsa… ooo-hoooo… ;-) Bizim aileden yaşlı bir beyefendi bu görüntüyü "eskiden milimetre görmek için elli takla atar, göz banyomuz bizi evde hamama sokardı" mealinde bir laf etmiş ve ardından "artık her şey ortada, işin heyecanı kalmadı" diye serzenişte bulunmuştu. Bu kötümser beyefendi günümüzde yaşasa ya seri orgazma ulaşacak, ya da tümden iktidarsız kesilecekti bence. :D
Ve dikişli çorap… Şimdilerde (itiraf edin/edelim) genelde çarpıcı (örneğin daracık pantalonlu) hanımlar yanımızdan geçtikten sonra, yüzümüze yapıştırdığımız ciddi, hatta aldırmaz ifadeyi bozmadan onların ardından popolarına bakmamız gibi, bizim zamanımızda da hanım geçince ardından dikişli çoraplı bacaklarına bakılırdı. :) Hanımların söz konusu dikişin eğri olmaması önemli bir çaba harcadığını süsüne-püsüne çok düşkün olan annemden biliyorum.
Ve suyunu çıkarttıkları jartiyer… Ergenliğimin ıslak düşlerinin başrol oyuncusu… Hanımlar (tabi ki bilenler olabilir, bilmeyenlere fısıldıyorum) erkeklerin mastürbasyon fantezilerindeki kadınların ne ölçüde kafasız olduklarını anlasalar şoke olacaklardır. Ama durun, kafasız sözcüğü ile akılsız demek istemedim. Erkeklerin pek çoğu fantezilerinde kadınları cinsel organı ortada, ama yarı giyimli salt bedenler şeklinde düşlerler. Giyim zevke göre değişse de tabidir ki öncelikle erotik iç çamaşırıdır.
[Bu sözler kişisel zevkim olarak algılanmasın lütfen. Ben BDSMciyim. Bizim dünyada (yani gerçek BDSMcilerin dünyasında; Gray filmleri ile vanilla'ların doluşup dengeleri alabora ettikleri biçimde değil :D ) kadınlar çıplaktır. Erotik iç çamaşırları bizim gözümüze gülünç görünür.
]
Silikon çorap ile –af edersiniz- "şit"i çıkan bu giysi parçası, bizim zamanımızda genelde hem lastikli, hem dantelli korselerle ilgiliydi. Çoraplar korseye -muhakkak ki hanımların nazik tenlerini biraz acıtan- demir zımbırtılarla tutturulurdu. Adı geçen çoraplar şimdiki gibi esnek değildi. İpek dense de basbayağı naylondu. Kasıklara dek uzanmaz, dizlerin biraz üstünde kalırdı. Yani çorabın bitiş noktası ile kilot arasında geniş bir ten parçası açıktı… ve bence asıl tahrik eden buydu. Detay… Hanımlar; ne kadar detay verirseniz, ne kadar kontrast yaratarak tene dikkat çekerseniz, erkeği o kadar "uçurursunuz". Çorapların koncundaki kalınlık farkından kaynaklanan ton farkı, açıkta kalan bacak teninin üzerindeki –çorabı korseye bağlayan- lastikler… Andığım lastiklerle sadece önden ve yandan tutturulduğu için genişçe bölümü biraz sarkan çoraplar… Bu tezatlar cümbüşünün şimdiki silikon çoraplarla var etmek imkansızdır.
Anlattığım çorapların burun ve topuk kısmında koyu renkli bölümler olurdu. Haklısınız, bunlar şimdi de var sayılır… ama bizim zamanımızdaki topuklardaki bölüm, bileğin gerisinde dört parmak üstüne dek incelerek uzanırdı. Wortman Avenue, open market ;-) seks işçilerinin giymeyi yeğlediği sitlettolar ve –babamın değimi ile- "takozlu ayakkabılar"a benzemeyen sivri uçlu, dört-beş parmak topuklu ayakkabıların topuğundan yükselen çorap koncu… daha üstlere doğru incelerek çorap dikişine dönüşen, etek altında kaybolsa da, nereye gittiği iyice bilinen o baştan çıkartıcı, günahkar çizgi. :) İşte ergenliğimin yalnız saatlerinde bana yakınlık gösteren kafasız kadınlar bunları giyerlerdi.
Son olarak kombinezona geleyim… Bu sözcüğü hiç kullanmasak da demeden edemeyeceğim: "Katledilen" kombinezona…
Önceki yanıtlarımda söz etmiştim, sanırım 1965 yılının Ses "mecmualarından" birinde Folies Bergère hakkında bir yazı okumuştum. Bu yazıda bir yetkili filmlerde tek askısı düşük kombinezon giymiş kadın görüntüsünün, kendi kızlarının bikinili dansından daha fazla uyardığını söylemekteydi.
Bence kesinlikle haklıydı.
Artık devir değişti. Çağdaş yaşamımızda partnerim hanımlar Jeanlerini, taytlarını, ya da eteklerini çıkarttıklarında tanga ile kalıveriyorlar. Çoğu özgür, sutyen hiç kullanmıyorlar. Ayakkabıları –babamın değimi ile- "takozlu", burunları ve topukları –en son moda- köşeli. Yan masadaki hanımlar beni beğenirlerse sıcacık gülümsemiyor, seksi şekilde (yamuk suratla ısırmaya hazırlanır gibi, "cool" yani SOĞUK) bakıyorlar. Hatta pek cilveleşmiyorlar, pat diye teklif ediyorlar. Kapıyı açmamı beklemiyor, kimi zaman restoranlarda hesabı erkekçe ödemek istiyor, rahatlamak için rahatça küfür ediyorlar. "Ayak atışları"na özen göstermek saçma sapan bir iş. Bu konuda duyarlı olanlar ise ya çarpık basıyor, ya da ayakta dururken –af edersiniz- "çişi gelmiş gibi" bacaklarını çaprazlıyor. Endam, eda ve ne olduğu bence hiçbir zaman çözülememiş bir kavram olan "alım" can sıkıcı detaylar; onlar bilmem kaç kg squat yapmayı önemsiyorlar. Son yıllarda kıllarını almak da pek istemiyorlar. (Ben burun kıllarımı illaki alacağım, merak etmesinler. :D) Tabi ki şaka yapıyorum. Doğru; bizim devrimiz kapandı, bitti; ama tabidir ki her yeni şeyde bir güzellik vardır.
Yine de bence o şık, kadınsı, zarif, naif Cumhuriyet kadını bambaşkaydı. O kadın çok zarifti, nazenindi. Ama pilottu da. (Anaerkinin en muhteşem görünümü Minoen kültürdeki fresklerde kadınlar hem inanılmaz zariftir, hem de boğalarla oyunlar yaparlar.) Batıda benzeri yoktu. Batılı olmak adına… Bu cümleyi de bitirmeyeceğim. :)
Farklı bir zamandı Cumhuriyet'in hemen sonrası, Atatürk sağ iken.
Bence geldi… ama rüzgar gibi geçti. :)
Özellikle eskiyi kitaplardan okuyan (unutmayın, tarihi galipler yazar) gençler ve eskiyi unutanlar için, bu siteyi ziyaret eden kişilerin bence en yaşlısı olarak bir iki tarihsel bilgi vereyim.
Atatürk sonrası –bence tıpkı hz. Muhammet sonrası gibi- ana "idea"da ciddi bir değişim yaşandı. Atatürk'ün yaptığı değişimlerin gerçek hedefini hiç anlayamamış olan; bu kültürü, bu kültüre adapte olamayanları küçük ve hakir görmek için kullanan bir zümre oluştu. Halk ile kopuk bir sınıf… Yakın çevrem tam bu kültürde olduğu için yakinen bilirim. :) Hatta ben de onlardandım uzun yıllar boyunca. Halk, ikinci bile değil, beşinci sınıf bir topluluktu. Hoyrat insanlar sayılmazlardı bu elitler, düşüncelerini saldırganlıkla sergilemezlerdi; ama o gizli küçümseme bıçakla kesilecek kadar netti. Örneğin -bence pek çok kişi ya bilmek, ya da unutmuştur- kırsal kokenli kişilere "dışarlıklı" denirdi; ev işlerine yardıma gelenlere ise sadece "kadın" (örneğin "kadın tuttum", ya da "haftada üç gün kadın geliyor" benzeri).
Elitler kural olarak CHP'ye, halk ise kural olarak AP'ye (Adalet Parti) oy verirlerdi. Bizim oralarda Süleyman Demirel'in –bence- samimi hallerinin ne kadar ayıplandığını gün gibi hatırlarım.
Bu grup 70-80li yıllarda görüş değiştirdi. Artık halk herşeyden değerliydi. Bu kez köylü olmayanlar ikinci sınıfa atıldı. Para ve lüks en lanetli kavramlardı artık. Mercedes arabamıza birden fazla kez tükürülmesini; yurt dışından aldığımız eşyaları gümrükten geçirirken memurlar tarafından hakaret görmeyi bilfiil yaşadım. Adamlar haklıyıdı, ithal eşya çok kötü bir şeydi; Amerikan pazarları yasaklanmıştı. Döviz taşımak ve yabancı sigara içmek suçtu. :)
İşin komik yanı, köylülerin hiç de bu kafada olmamalarıydı. :DD Kendilerine verilen bu payeye şaşkınlıkla bakar, yeni koyuldukları ("itildikleri" desem) bu ortamı hazmetmeye çalışırlardı.
Sonra yıllar aktı, devir yine değişti, zaman günümüze geldi. Bu grup bu kez yeniden halkı beğenmemeye başladı :) Bu bakış bazı kişilerde öyle bir noktada ki, bu insanlar alenen kendi uluslarını küçümseyen laflar edebiliyor, ülkelerinden öfke içinde "s… olup gitmeyi" düşünebiliyor, en kötüsü, bundan apaçık söz edebiliyorlar. "Bizim zamanımızda" Türklüğe hakaret etmek en büyük ayıptı. Bizler "kol kırılır, yen içinde kalır" gibi demode bazı düşüncelere sahiptik. :) Ulu önder sağ olacaktı da, bakalım sosyal medya denen yerlerde bazı kişiler kendi ülkeleri için bu kadar ileri geri konuşabilirler miydi? :) İşin beni üzen yanı, bu sözleri edenlerin büyük çoğunluğunun Atatürkçü oluşudur.
Çaresizlikten doğan öfkeyi bilmez biri değilim. İnsanları –bana göre- hata yaptılar diye kınamak, küçümsemek gibi huyları çoktandır geride bıraktım. Ancak bir şeyi anımsatmak istiyor olabilirim: Atatürk'ün en önemli ülkülerinden biri Türklük ve vatan sevgisi; yabancı devletlerin, ne kadar dost ve kurtarıcı gibi görünseler de, bize bizden yakın olamayacaklarıydı. Onun izleyenlerin bu gerçekleri unutmamaları gereklidir bence.
Atatürk seçkindi… Ama her zaman köylü ile kol kolaydı, köylüye saygısı büyüktü. Lahza küçümsemezdi halkı/köylüyü, hangi inançtan/eğilimden/partiden olsalar da. O zamanlar halk ve köylü –kendi mekanında/dünyasında- farklı bir seçkinlikteydi. "Seçmek" fiilinden gelen söz gerçeği ifade etmiyor. Ortada sadece üstünlük içermeyen kültürel farklılık vardı. Her taş yerinde ağırdı anlayacağınız.
Atatürk sağ iken her grubun bir diğerine üstünlükleri, hatta ciddi farklılıkları (örneğin giyim kültürü konusunda) olsa da, hala da kimse kimseden üstün değildi.
O gidince, yıllar içinde, hızla değişim yaşandı, bunu yaşayanlar bile tam olarak fark etmeden. Ulu önderin ardılları Atatrük'ün kurmaya çalıştığı yapıyı sürdüremediler. "Batılı ve çağdaş" denilen bir ekabir, bir Mandarin zümre yarattılar. Ben de zamanında onlardan biri oluğum için sözlerime güvenebilirsiniz. Türk insanı belki de ilk kez –hem savaş sonrası psikolojisi içinde olması, hem de ulu önderin büyük gayretleri ve usta manevraları ile- "farklılıklar içinde tam ve kol kola" olma şansını yitirdi.
Dedim ya, o "bambaşka birkaç yıl" yaşandı ve bitti... rüzgar gibi geldi, geçti. :)
[Ben yaşananları, ya da yapılan hataları, hem yaşlı olmam, hem de bana öğretilen anaerkil kültür ile fark edebiliyorum. On+ yıldır, benim kültürüme bütünü ile yabancı bir ortamda tüm farklılığıma (onların bakış açısı ile "uçukluğuma") rağmen rahatça, sıcak ilişkiler içinde yaşayabiliyorsam; düşünce yapımı, davranışlarımı değiştiren bilgileri ve bu bilgiler doğrultusundaki sözlerimi biraz ciddiye almak gerekir. Ürettiği benliği bile eleştirebilen bir organ olan beyin, tabidir ki diğerlerinde ya da içinde olduğu ortamda rahatsızlık duyacağı şeyler bulacaktır. Ancak bunlardan kurtulmanın yolu öfkelenmek, hele ki hırslanmak ile dediğini yaptırmaya inat etmek yerine; SOĞUKKANLILIK, anlayış, tarafsızlık, gibi erdemlerle "halletmeye çabalamak"tır. Çözüm, kişinin andığım tutumu ile değil; kişinin tutumu ile celp ettiği PE tarafından var edilecektir. :)
]
Bu kadar anı dile getirdikten sonra biraz realiteye gelelim ve son bir açıklama yapayım: Doğrudur; sistemleri şartlar var ederler; ama yine de değiştirilmesi pek mümkün olmayan bu yapıyı rafine etmek mümkündür.
Anlattıklarım amacı hiçbir şeyi eskiye döndürme arzusu değil, yeniyi zenginleştirme, hatta eskisinden iyiye döndürme çabasıdır. Geriye dönüş hem imkansız, hem de doğru bir şey değildir. Geçmiş, eskimiştir. Buna karşın, kimi unutulmakta olan eski güzelliklerin, yaşanmak zorunda olunan gerçekliğe perkitilmesi ile mutlu edici sonuçlar ele edilebileceği unutulmamalıdır.
Beni eskilere götüren şeyleri hatırlamama vesile olan sorunuzu keyifle yanıtladım. Bu güzel zamana yolculuğa çıkmama neden olmanız, ayrıca hakkımdaki beni gerçekten çok mutlu eden sözleriniz için teşekkür ediyorum. Güzel sözler duymak PEye gömüyor adamı. Güzel sözlerin çıktığı yürek (beyin) ise zaten PEye gömülü durumda. :) Sizin de neşeniz, keyfiniz ve rahatınızı gani ve daim olsun.