Evet, artik soruma geçiyorum. Böyle bir mesajin üzerine bu soru biraz garip kaçacak fakat, bazen düsünüyorum, dogru mu yapiyorum veya yapiyoruz diye. Mutluluk, yani kutsal kitaplarda geçen cennet... Muhtesem bir yer, gerçekten de kitaplarda anlatilan gibi. Belki defalarca yüzdüm o sütten irmaklarda -sayenizde-, tanriyla bir olusun hazzina vardim... Zihnimi kemirmekte olan düsünceler yoktu artik; sadece "var"lik vardi. Acilar da yoktu, keyif vardi yalnizca. Her sey muazzam... Bir süre sonra araya birtakim seyler girince cennet frekansindan biraz ayrilmak zorunda kaldim, yine de oraya ulasmak o kadar zor degil. Su an arafta gibiyim. :) Ufak ufak düsünceler geliyor zihnime, sorguluyorum. O zamanki tam teslimiyetim su an yok. Istesem tekrar o frekansa kendimi geçirebilirim diye düsünüyorum, fakat sorum su -evet nihayet sorabildim-, insani insan yapan düsünce degil midir? Cennet frekansindayken sorgulamayi birakiyorum, tamamen teslim oluyorum, ve bu muazzam hissettiriyor. Fakat gerçekten olmasi gereken bu mu sizce? Sorgulamayi, düsünmeyi birakinca bir robottan ne farkimiz kaliyor? Beni arafta birakan soru bu. Bir de "denge" konusu var. Insan dengeli olmali; madde dünyasi ve spiritüel dünya bir arada olmali. Ama cennet frekansindayken sadece spiritüel dünyada olmus olmuyor muyuz? Kendi açimdan konusuyorum; ben o frekansa girdigimde gerçekten tam giriyorum, yani madde olmuyor benim için artik; düsünce, sorgulayis olmuyor. Ben mi yanlis yapiyorum? Yoksa akil bize teslimiyete dek eslik eden bir yoldas mi? Hem insan arada üzülmek de istiyor sanki, insana gizli bir haz veriyor bu garip sekilde. Ya aslinda bu da bir oyunsa? Ya asil olay cennete girebilmek degil de, arafta kalabilmekse? Üzgün veya mutsuz degilim dedigim gibi, yani cehennemden çikali epey oldu. Sadece düsünüyorum, düsünüyor, düsünüyor, ve düsünüyorum. Cennete tekrar girmek istiyorum; ama önce temeli saglam oturtmaliyim, yoksa elmayi yiyip kovulacagim yine. :) Ayriyeten, hiç süphesiz inanan insanlarin (mesela Müslümanlarin) çok sansli olduklarini düsünüyorum, zira artik sunun ayirdina vardim ki inanç çok büyük bir sey. Ha, bir de sevgi tabii ki. :) Size ve okuyan tüm dostlara sevgilerimi yolluyorum, güzel günler dilerim.
Not: Belki bunun cevabini önceden vermissinizdir, gözümden kaçtiysa affedin.
YANIT
Sanal öğrencime merhaba...
Kabul etmem gerekir ki sizde kuşku uyandıran durum yanıtlarımdaki (çok acele yazdığım için) bilgi gedikleridir. Bu sorunuz ile eksik kalan bir noktayı açıklamama neden olduğunuz için teşekkür etmem gerekir.
Düşünmeden durmanın -Shaolin manastırı rahipleri düzeyinde meditasyon yeteneği olan beyniniz yoksa- imkanı pek yoktur. Ancak genelde “düşünmek”, hatta "sorgulamak" denilen durum, içinde merak değil, kuşku barındırdığı için üretilen enerji yıkıcı olmaktadır. Yani sizi düşünmek ve sorgulamak dediğiniz biçimde düşünmeye iten, kuşku (hatta belki de endişe), ya da sıkıntıdan kurtulma arayışı (ki, çıkış noktası sıkıntıdır) olduğu için, genelde NE celp eder. Sorunlara çözüm bulmak adına önce DÜŞÜNMEDEN sorunun yarattığı NE temizlenmeli, ancak ardından, sakinleşince, soruna çözüm aranmalıdır.
Şimdi biraz teoriye girelim: ETC’a göre bilinciniz bir çeşit fizik alandır. Farklı bir söyleyişle, beyindeki nöron çakışları ile (beyin tarafından üretilen elektrik ile) meydana gelen EM bir alandır. Bu alanın eksitasyonları, her EM alanda olduğu gibi fotonlardır. Her foton, ya da elementer parçacık, QFTye göre alanın eksitasyonudurlar. Teoriye göre alanı eksite eden düşüncelerdir. Bu yüzden -yine teoriye göre- "düşünceler fotondur" demek hatalı olmaz. Beyin EM alanınızın yapısına (negatif ya da pozitif olmasına) göre fotonlar ona uygun dalga boyu taşıyacaklardır.
Bir algıyı (olayı, sözü vb.) olumsuz şekilde değerlendirdiğinizde elektrik negatif NT salgılanmasına neden olmaktan öte, alanı negatifleştirecek, negatif alanın fotonları negatif olacak (yani tayfın mavi ötesi dalga boyu taşıyacak), bunlar kuantum alanındaki negatif alanlarla (alan) senkronize olacak , rezonansa girecek ve genliklerini arttıracaklardır. NEnin daveti böyle bir şeydir.
Soruna çözüm ararken kuşku duymadığınızı düşünebilirsiniz. Kötü haber; kuşku, tedirginlik, kaygı gibi hislerin (beynimiz genelde ataerkil kavramlarla dolu olduğu için1) derinlerde gömülü olması ve onları fark etmenin her zaman kolay olmamasıdır. Kuantum ortamında Planck ölçüsündeki dust speckler vardır ve bunlar bütün tozlar ve pislikler gibi negatiftir. Sizin düşünme dediğiniz süreçte -genelde belli bir rahatsızlık nedeni ile yola çıktığınız için- var olan negativite, o dust specklerle rezonansa girer, dalga boyunun genliği artar ve giderek çeşitli olumsuz ruh haline (NT bombardımanına) ilerlersiniz... bu durum da -yukarıda yazdığım gibi- NE davetidir.
Şimdi cümleleriniz üzerinde konuşalım.
“Ufak ufak düsünceler geliyor zihnime, sorguluyorum.”
Söz edilen düşüncelerin gelme nedeni sizi sıkan olaylar ise, sorgulamalar, yukarıda anlattığım teori neden ile, NE celp edecektir.
“insani insan yapan düsünce degil midir?”
Bence insanı insan yapan (yani diğer yaşam formlarından ayıran) beyninin negatif ya da pozitif vibrasyonların her ikisini de üretme kapasitesi, yani seçme şansıdır. Müslümanlıkta mutlak yaratıcı olarak kabul edilen Allah dahi, insanın seçme şansı olduğunu, bu yüzden kötüyü seçebileceğini vurgulamakta ve bu konuda defalarca uyarmaktadır. Kişisel olarak hayvan beyninin, ya da bitkilerin EM alanının (kendilerine zarar verileceği benzeri pek çok şeyi hissettikleri deneysel ortamda kanıtlanmıştır) bile insan beyni kadar evrene NE celp ettiğini düşünmüyorum. Hepsinin ötesinde, “İnsanı insan yapmak” gibi hedeflerin sinesinde gizli “insan adlı yaşam formunun değerini abartan ve onu üstün kılmaya odaklı” dust speckler taşıyabileceğinden kuşkuluyum.
“Sorgulamayi, düsünmeyi birakinca bir robottan ne farkimiz kaliyor?”
Sorgulamayı seven bir beyniniz varsa “Acaba hangi cilt kremi daha uygun?” ya da “Benim hatuna nasıl yaklaşsam onu mahfederim? ;-)” , hatta “En yakın arkadaşlarımın doğum günlerinde onlara ne alacağımı saptamak adına bir ay gözlem yapayım!” benzeri konularda sorgulama yapın. :))
Şimdi sululuğu bırakıp olaya daha ciddi bakalım: Farklı konularda yanıtsız kalan nice soruya yanıtlar, evrenin ve yaşamın nedenselliğini (hilkatin sırrını) anlamak ile elde edilir. Söz konusu nedensellik hakkında ise günümüzde kuantum mekaniği ile hayli bilgi alınabilmektedir. Bu yüzden illaki derin düşüncelere dalmayı seven yapısı olanların sorgulamadan önce, güçlü bir altyapıya sahip olmak adına kuantum mekaniğini öğrenmesini altını çizerek öneririm. (Siz zaten bu yoldasınız.)
“Ama cennet frekansindayken sadece spiritüel dünyada olmus olmuyor muyuz?”
Cennet ile kontak, bize göre bir çeşit mutluluk transına girmek olmayabilir. Zaten makrokozmos varlığı iken ne yaparsanız yapın bütünü ile cennet frekansında olamazsınız. Yaşamda cennet adı verilen alanın radyasyonları ile sadece kısmen senkronize olunur; kolay, sorunların azaldığı ve çabuk çözümlendiği keyifli ve rahat bir hayat yaşanır. Onun parçası olmak için evrimi tamamlamış olmak gerekir; ki, bu da zor iştir.
Aşırı spiritüel kimliklerin PE ile kontakta olduğunu öne sürmek bence zordur. Cennet frekansı ile senkronize beyin elektriği bulunan kişiler hayatiyet doludurlar, yaşamı heyecanlı bir serüven olarak görür, İSTEKLE ilerlemeye koyulurlar. Bu durumu gündelik bir Camel Throphy’ye sevinç içinde katılmaya benzetebiliriz. Yarışmacı, yol boyunca yüzleşeceği sorunlara, ya da diğer sürücülerle girişeceği "it dalaşı"na değil, hedef ödüle odaklanmıştır. İşin iyi yanı, günlük throphy'lerde sadece birinciye değil, parkuru tamamlayan herkese, başarısı oranında, bir ödül vardır. :)
NEnin varlığı sadece ilerlemeyi durdurmak, böylece insan bilincinin (ruhunun, dalga fonkisyonunun) tekrar-be-tekrar makroda bedenlenmesini sağlamaktır. Makro, onun besin çiftliğidir. Makro olmadığı anda o varlığını sürdüremez; çünkü onun genliğini arttıran, yani besini olan, makroda bulunan (bölünerek var edilmiş ortamda bulunan) "negatif" olarak adlandırdığımız hertzdeki frekanstır. Bölme (ya da parça kopartma) nedeni budur, yani acı yaratarak NE ürettirmektir. İlerlemek ise makroda bir daha bedenlenmemenin yegane yoludur; çünkü evrim (buna belki de acı çekmemeyi öğrenme diyebiliriz) deneyimle (ilerleme ile) gelir.
“ben o frekansa girdigimde gerçekten tam giriyorum, yani madde olmuyor benim için artik”
Ne yaşadığınızı bilemediğim için (beyninize girmeyen kimse de bilemez) sözlerinizi yorumlamam olanaksız. Ancak eğer söz konusu frekans ile kontak kurmuş olsanız hem aklınızdaki kuşkular olmazdı, hem de “düşünce” adlı eylemi NE uyandırıcı tek bir kalıba sokmazdınız.
“Ya aslinda bu da bir oyunsa?”
Bu endişe farklı şekillerde bana çok iletilir. Evreni (ya da dünyayı, belki de Amerika yolu ile bazı ülkeleri, tam bilemiyorum, aklımda yarım yırtık kaldı, bu gibi konuları aklımı verip dinlemem doğrusu) yöneten ailelerden söz edilir. Bunların var olup olmadığı sorulur. Ben “yoktur” derim, bir dolu argüman karşıma çıkarılır. O zaman da ben: “Eğer falanca aile beni yönetiyorsa, iyi bir şey yapıyordur, teşekkürler; çünkü keyfim genelde yerinde” şeklinde yanıtlarım. Yok eğer bu aileler olumsuz oluşumlarsa, o zaman demek ki onların etkisinin üstesinden gelmek mümkündür.
Aynı şekilde, tutun ki bir oyun içindeyiz; tutun ki Rich Terrile’in iddia ettiği gibi gelecekte tanrılaşmış kimliklerin, geçmişlerini öğrenmeleri için yaratılmış sanal varlıklarız (“tanrı aslında gelişmiş bir bilgisayar programcısıdır” teorisi); tutun ki kara delikteki iki boyutlu bir yerden ışınlanmış üç boyutlu sanal şeyleriz… valla vız gelir… Eğer keyfim yerinde ise ister sanal olayım, ister reel, benim için hiç fark etmez. Eğer siz de bu düşünceyi benimserseniz, kendi kendinizi gereksiz yere üzmekten (anlamsızca NE celp etmekten) vazgeçebilirsiniz.
“inanan insanlarin (mesela Müslümanlarin) çok sansli olduklarini düsünüyorum, zira artik sunun ayirdina vardim ki inanç çok büyük bir sey.”
Çok doğru! Bu düşüncenin gerçekliği bilimsel ortamda kanıtlandı. Bu konuda bilgi almak adına SEROTONİN, İNANÇ ve MUTLULUK adlı yazımı okuyabilirsiniz.
“Size ve okuyan tüm dostlara sevgilerimi yolluyorum, güzel günler dilerim.”
2015den beri sürdürdüğümüz bu sitede ilk kez birisi ben (arada site çalışanları) dışında bir yerlere (bu satırları okuyan herkese) sevgi yolluyor! İşte bu tam da bütünleştirme eğilimidir. Bu “bizi okuyan ve okuduğundan hoşlanan herkes bizim gruptandır” inancını sarsmamak, birilerini geride bırakmamak, kimini seçip kimini reddetmemek, için grup-mrup kurmuyoruz. Biz zaten bir grubuz; birbirimizi tanımaya fazla gerek yok. Siz de herkese sevgi yollayarak bu inancı pekiştirdiniz. (Bu arada “Ne zaman isteyene reelde seminer vereceksin?” diye kafamın etini yiyen Süleyman beyi biraz daha gerdik. :D )
Mesajınızın ilk paragrafında yer alan ve havalara girmeme neden olan sözlerinize gerçekten teşekkürler ederim. Beni tabi ki çocuk gibi sevindirdiniz. Ancak bu sevincimin bir nedeni de kuantum mekaniğine merak sarmanız, hele ki diğerlerine bu bilgileri aktarmanızdır.
Kuantum mekaniği -kim ne derse desin- KOLAYDIR (bilimsel yanı tabi ki çok zordur, ama ne olduğunu anlamak çok da kolaydır). Kuantum mekaniği ortamında; standart bilim, akılcı felsefeler, pozitivizm gibi ataerkil engelleri yerle bir etmekte olan bilgiler bulunmaktadır. Düşünmeyi ve araştırmayı seven kadınların bu alana yakınlık duymaması zordur.
1920den beri kadınların çağdaş bilimde giderek boy göstermesini özgürlüklerinin artmasına bağlamak fazla doğru olmayabilir; çünkü bu yeni soluklu ortamda, diğer alanlardaki kadın sayısının artmasına paralel bir artış yaşanmamış; sayı (diğer dışlanan kesimler olan zenci ve Hintli bilim adamları dahil) misli ile artmıştır. Evrenin muhteşem birleştiricisi Karanlık Madde’yi keşfeden (hem de iki çocuk büyütürken keşfeden) bilim insanı bir kadındır (Vera Rubin). LHC (Hadron Collider)’nin “patronu” bilim insanı kadındır. (CERN Genel Direktörü Fabiola Gianotti.)
Lütfen çekinmeyin, kuantum mekaniği hakkında istediğiniz kadar soru sorun… Ben -hem sizlerden biri, hem de bilim adamı değil, okültist olduğum için, bildiğim kadarı ile- sizlerin anlayacağı şekilde anlatabileceğimi düşünüyorum. (Ancak lütfen laflarımı daha iyi anlamak adına BASİTLEŞTİRİLMİŞ KUANTUM MEKANİĞİ linindeki kısa bilgileri edinin.)
“-Egitim ögrencilerinizden olmasam da- size ögretmenim diyorum zira bana birçok ögretmenden daha çok sey ögrettiniz.”
Bu sözünüzden ne kadar onurlandığımı gerçekten kelimelerle ifade edemem. Büyük çoğunluğu eğitimci bir ailenin asi evladı olarak geçen yıllardan sonra bu payenin verilmesi çok mutlu edici… Beni nasıl kabul ediyorsanız tabi ki öyleyim.
[Ancak bana sorarsanız, bana soru yönelten, belli konularda bildiklerimi merak eden, herkesin -kabul edilirse- arkadaşı olmayı yeğlerim. Dostluk ortamında (“arkadaşlık, Şeytan’ın kavuruculuğunu katamadığı yegane alevdir” derler) bilgi akışı çok daha kolay ilerler. Tabidir ki -çok önem verdiğim kavramlardan olan- ciddiyet ve saygı da önemlidir. Kişisel mesafeleri kolay aşmak (laubalilik, nezaketsizlik vb.) ortamı gerer. İnsan, bilgilerini edindiği arkadaşına da saygı duyabilir… üstelik onu farklı şekilde seviyordur da... Öğretmenlerin arkadaşlar kadar sevildiğini iddia etmek ise zordur. ;-) ]
Diğer yandan üst bir konuma konulmak fazla doğru olmayabilir; çünkü gerçekten de, topyekun, her an, hepimiz, birbirimizden bir şeyler öğrenmekteyiz. Üst olan tek bir sınıf/konum vardır bence… o da bilgi değil, kalpteki incelik (beyindeki pozitif EM alanların varlığı) ile belirlenmelidir. Saygı; bilgi paylaşanlardan çok, onların hakkıdır. Yaratıcının benzersiz iyiliğini evrene (benim gibi bilgiçler değil:) onlar dökmektedirler.
“Belki bunun cevabini önceden vermişsinizdir, gözümden kaçtiysa affedin.”
Affetmek ne demek? :) Aynı soru defalarca sorulabilir ve yanıtlarım. Kimse bizim siteyi sürekli izlemek zorunda değil.
Sizi incelikle dolu kişiliğiniz için kutlarım.
DİP NOTLAR
[1]
Bunların en popüleri ölüm/yalnızlık korkusu, üste çıkmanın başarı olarak algılanması, "çözüm üreterek uzlaşmayı" değil, “savaşarak üstün gelmeyi" kutsamak, "kendi ürünlerini ortaya dökerken, diğerlerinin ürününü de onurlandırarak" değil, "rekabet ve galibiyet"e odaklanarak ilerlemek benzeri kavramlardır.)