YANIT
Aslında ölüm/ömür benzeri konular hakim olduğum alanlar değiller, bu yüzden sözlerimi arkadaş sohbeti şeklinde algılamanızı rica ederim.
Yaşam, yani gelecek, aslında gerçekliğin nasıl oluştuğu anlamındadır; ki, buna kader de diyebilirsiniz. Kuantum mekaniğine göre gerçeklik (kader diyelim) dalga fonksiyonunun çökmesi ile meydana gelir. Söz konusu durum deneylerle kanıtlanmıştır. Ancak measurement problem (ölçüm problemi) adlı sorun nedeni ile dalga fonksiyonunun nasıl çöktüğü konusu hakkında farklı hipotezler vardır.
Bize göre Kopenhag yorumu değil; Wigner, Stapp benzeri bilim adamlarının görüşleri gerçeği yansıtmaktadır; ki, onlar gerçekliği insan beyninin yarattığını öne sürmektedirler.
Bu bilimsel veriyi ezoterik platforma taşırsak “Neye inanırsanız, gerçekliği o biçimde var edersiniz” (dalga fonksiyonunu o şekilde çöktürürsünüz) gibi bir sonuca varabiliriz.
İnanç her şeydir. İnancın yaratıcı gücünün gerisinde iyi niyetli ama “mesnetsiz” sözler değil, Nobel ödüllü fizik dehalarının formülleri vardır. Bu yüzden kişisel kanım inanç doğrultusunda ömrün kolaylıkla uzatılabileceği… hatta kısaltılabileceği yönündedir.
Yine de bir ekleme yapayım: Kimlikte taşınan ana vibrasyon frekansı olan “karakter”, ömür süresini de yaratır. Yani ömrünün uzunluğu ya da kısalığı hakkında kalıplar yaratmadan yaşayan kişilerin karakterleri yaşam süresi üzerinde asıl belirleyicidirler. Ancak yukarıda aktardığım gibi, ömrü uzatmak, ya da kısaltmak mümkündür.
[Bebeklerin (bilinci/karakteri olmayan canlıların) erken ölümü hakkında gelebileceğini düşündüğüm sorular hakkında hemen bir not düşeyim: Bebekler, bilinçsiz melekler değillerdir. Dünyaya geldiklerinde -tıpkı ölüm sonrasu ruhun “diğer alem denilen” kuantum ortamı ve ötesine hemen “intikal etmemesi” benzeri- bir süre diğer alemin bilinçli canlıları olarak kalırlar; giderek bu bilinci yitirir, gerçek anlamda bebek olurlar.]
Ömrün iradi şekilde -inanç temelinde- uzatılabileceğine örnek olarak öz annemden söz edebilirim: Uzun yıllar önce, gençken, tüberküloz hastalığına yakalanmış. O zamanlar bu hastalığın tedavisi bulunmadığı için ölüm oranının kanserden misli ile fazla olduğunu anımsatayım.
Sonunda hastalığı öylesine ilerlemiş ki, doktorlar, “Yapılacak şey kalmadı, gönlünü hoş edin” demekten başka yol bulamamışlar.
Aile efradı karşısında başlamış ağlamaya. Annemin ise “A,a, ne ağlıyorsunuz? Ölecek ben değil miyim? Ölmeyeceğim diyorum size!” şeklinde yanıt verdiğini ailede neredeyse herkesten defalarca dinlemişimdir. Sonraki aşamada tahlil raporlarında sürekli şu cümle yer almaktaymış (cümle bana ait değil, duya duya ezberimde kaldı) “Bariz salah görüldü”…
Ölmemiş anlayacağınız.
Asıl önemli olan: On yıl sonra bir de bebeği olmuş… ;)]