YANIT
Ataların sözlerini küçümsememek gerek; dedikleri gibi “Bir adama kırk gün delisin desen, delirir…” Medya, sosyal medya, basın-yayın araçları vb. öylesine “psikoloji” tutkunu ki, neredeyse herkes zaman zaman “Benim bir psikolojik ‘hastalığım’ mı var?” aşamasına geliyor.
Bu işi başlatan hazret Freud’a selam olsun… iyi iş başardı!
İlk olarak kafa rahatlığı nedir, onu kısaca açayım: Tercihen karanlıkta gözlerinizi kapatın. Düşüncelerinizi de… Foton torpillerini atamayı durdurun yani. Bilincinizi/ruhunuzu/kendinizi uzaya/evrene dağıtın… Dağılın. Çözülün ilmek ilmek… O benzersiz sükunu hissedin.
Kafa rahatlığı budur.
Bu girişten sonra işi biraz baştan alalım…
Ruh, dalgafonksiyonu ile nitelenecek bir yapıdır. Uygun frekans ile etkileşime girince -tıpkı dalgafonksiyonu halindeki parçacık gibi- çöker, yani parçacık olur, yani-yani makrokozmos varlığı olur. Bizim ruhumuz da diğer alemde turlarken dünya adlı gezegendekine paralel frekans yakalayınca ne olur? Cenin olup rahme düşeriz… düşmemize neden olan frekansımız karakterimiz, frekansımızın bizi çektiği alan kaderimiz olur.
Bu yüzden karakterimiz ve kaderimiz, dünyasal normlar açısından bakınca berbat görülse de, aslında birbirine mükemmel şekilde uygundur. Ama bu oluşum sadece bir başlangıçtır; yani değişimin, evrimin ilerlemeye başlayacağı noktadır. Hepimizin bilincinde "var olmanın nedeni ilerlemek ve öncel yerimize (inanca göre Yaratıcı’ya ya da ana alana) dönmek olduğu" bilgisi yer alır. Evrenin temel dinamiği de ruhu (madde olsak da ruh ayni ile vakidir) bu yöne (evrime) ittirmektedir.
Kimimizin bağışıklık sistemi zayıftır; kolay üşütür, hasta olur. Ama yine de kendine iyi bakarsa bu doğal defekti yener. Kimimizin ise ruhsal bağışıklık sistemi zayıftır, negatif enerji adlı bakteriyi kolay kapar. Ama ruh da defekti atlatma gücüne sahiptir.
Ruhsal bağışıklığı zayıf kişiler, ters bir olay ile karşılaştıklarında (ki, makroda ters olaylardan bolca vardır) yapmamaları gereken her şeyi yaparlar. Oturdukları yerden ah-vah ederler, acı çekmekten gizli bir zevk alıp acıya bağlanırlar, sorunları büyütürler, sağı-solu suçlarlar… yapmadıkları tek şey ayağa kalkıp savaşmaktır (dövüşmekten söz etmiyorum, olayları fazla düşünmemek, kendine acımamak, karşılaşılan sorunları hafife alıp biraz da alay etmek gibi tutumlar savaşmaktır). Böylece ters olayın yarattığı alan giderek güçlenir, güçlenir, sağa sola bulaşır, anılar arsından kendine çok iyi arkadaşlar edinerek kapsamını genişletir… ve kalıcı hale dönüşür.
Aşamadığınız sıkıntıların nedeni bu olabilir.
İkinci bir olasılık ise daha farklı bir dinamikte işler. Bağışıklık sistemi zayıf ruh, bataklığa çevireceği olumsuz bir olayla karşılaşmamıştır… ama içinde olduğu yaşam tarzı nedeni ile doğal yeteneklerini (bunlar akla gelemeyecek çok farklı konularda olabilirler, hatta bazıları ataerkil kültür tarafından beğenilmeyebilirler) ifa edemez ve “başarı ve onaylanma”dan geri kalır. Beyin ise rahatsızdır ve görevini yapmaya, sıkıntılar yaratmaya başlar. Görevi “Kalk ilerle, burası sana uygun değil” mesajını vermektir. Ancak -üstteki örnekteki gibi- ayağa kalkmak pek de kolay değildir. Ayrıca kişi ayağa kalkıp kendi olduğunda (başarıya erişme uğraşına girdiğinde) içinde yaşadığı kültür yüzünden yitireceklerinin gizlice bilincindedir. Bu yüzden beyninin mesajını duymazdan gelir, ama sıkıntıları da kaçınılmaz olarak çeker. Ve kötü haber: Bu sıkıntılar da bir kalıba dönüşebilir.
Özetle; kendinizi tanımladığınız kadar kötü hissediyorsanız ciddi bir “asfaltlaşma” yaşıyor olabilirsiniz ve bence psikologların devreye girecekleri ve anti-depresan kullanmaya başlamanın zamanı gelmiştir. Ancak ekleyeyim: Hala da “hastalık” adlı itici ve hasta edici bir durumdan söz etmek fazla doğru değildir. Yaşanan -lütfen darılmayın- öncel bir tembelliğin çığırında çıkarttığı/yarattığı sonuçlarıdır.
“Artik bu da bir sinav diye kendimi oyalayabilecegim evreyi çoktan geçtim.”
Bu sınav sözcüğünü bazen kullansam da aslında ağız alışkanlığıdır; çünkü yukardaki despot bir öğretmen görünümündeki bir tanrıdan yollanan imtihanlar yoktur. (Yaratıcı size her istediğinizi vermeyi özler; ama ulaşamayabilir. Ulaşamama nedeni kişinin -kendine ve çevresinde- zarar yaratacak istekleri, yani NE celp edecek arzular sahibi olmasıdır.) Mekanizma şöyle işler: Olumsuz bir olayla karşılaşırsınız, beyin elektriğiniz negatif ise olay sonucu NE yayarsınız (olayı olumsuz yönden abartarak algılarsınız), bu yayılan NE benzeri ile kontağa girer, evren böyle var edilir, siz yeniden yaşadığınız olumsuzluğu sınav olarak görür, metafizik bir yapıya öfkelenirsiniz… çünkü çıkışı Tevrat olan bilgilerin pop kültürde yeniden kotarılması ile meydana gelen sistem, size bunu belletmiştir.
Ama hala da yaşadıklarınızı, aşmanız gerekli bir engel oldukları için sınava benzetmek mümkündür. Bu “engel aşma”ya -sonuçta bilgi ve kazanç olduğu için- “ders alınan bir eğitim süreci” denilebilir. Tanrısal bir sınav değildir.
Her şeye gücü yettiği iddia edilen bir tanrının kendi arzusuna göre yarattığı iddia edilen bir varlığı sınaması; mutlu edebilecek gücü varken, mutlu etmek yerine acılarla imtihan etmesi;
ya da mükemmel biçimde yaratacağına eksik yaratıp bir eğitim sürecine sokması ve sınaması
fikri akıl dışı olmak kadar tehlikelidir de. Sınama fikrine bağlanan kişi yüzleştiği problemin nedeninin kendi olduğunu görememekte, göremediği için aşmak adına değişmeye çabalamamakta, olduğu yerde kala-kalmaktadır.
Sınama yoktur, sadece insanî hatalı seçimler yüzünden çekilen duvarlarla tanrının bilince ulaşamaması söz konusudur. Bu “her şeye gücü yettiği halde adam etmek adına sınayan, acılar yollayan tanrı” modeli Tevrat çıkışlıdır. İnsan bilincinin algılayamayacağı, değer biçemeyeceği iyilikteki Yaratıcıyı “geçimsiz personel müdürüne çevirmek” başlı başına bir NE celbi yoludur ayrıca.
Yaratıcıyı benzersiz sevecenliği ile görememek, onunla kontağı azaltır.
Sınav filan yok kardeşim; her şeyi biz yapıyoruz. Tek başımıza… Kendimiz… ("Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir." Şura 30.) İnsanları Tanrının -af edersiniz- oyuncağı konumuna düşüren bu Tevrat akideleri sizin gibi herkesi çıkmaza sokmakta. Bir hatalı odak arıyorsanız odağın sadece kendiniz olduğuna inanın. Ama bu düşünce insanların hiç hoşuna gitmez. Her terslikte tanrıyı suçlamak; çekilden negatif enerjilerle başa açılan dertleri "Tanrının sınaması" şeklinde Yaratıcıya yüklemek ne de kolaydır. Oysa bu kolaycılık, içine bir adım atılmış olan çamurda batağa doğru ilerletendir de… Bu yaklaşım yüzünden kişinin yüzleştiği sorunların (sınavların ;-) ) sonu gelmez.
Bana kızabilirsiniz, ama bana sordunuz, ben de yanıtlayacağım: Bir yerde hata yapmaktasınız. Daha doğrusu: Bir şeyi eksik yapmaktasınız. Ya da bir şeyi yapmak istememekte, yan çizmektesiniz. Böylece çektiğiniz NE sizi içinde olduğunuz durumda tutmakta.
Ne yapmanız, nasıl düşünmeniz gerektiğini bence bir psikologdan öğrenebilirsiniz. Oysa -sizi tenzih ederim- kişiler psikologları dert anlatmak, “yakınmak” adına "dert babası" veya "kafasının ütülenmesine ses çıkartmayan komşu teyze" olarak kullanmaktadırlar. Psikologların gösterdikleri yollar, sundukları öneriler bence hiç mi hiç önemsenmemektedir. Bu yüzden psikoloğa gidince dert yanmayın. Durumunuzu özetleyin, kendinizi tanıtın, soruları yanıtlayın, FAZLA UZATMAYIN. Ondan sonra ONU DİNLEYİN! Sözlerini not alın. Eve dönünce bunları ders gibi çalışın. Söylediklerini gerçekleriniz olarak beyninize yeni kalıplar şeklinde sokun. EZBERLEYİN. O şekilde düşünmeye başlamaya uğraşın. Öncel bildiklerinizi/değerleriniz yıkın! Eğer bir seans boyunca konuştunuz, dert anlattınız ve çıktığında “Oh çok rahatladım, iyi ki gelmişim” diyorsanız BAŞINIZ DERTTE olabilir... sizi psikoloğa yönelten sorun, bir süre sonra daha güçlenmiş olarak geri gelebilir.
Demek ki ne yapıyoruz? Öncelikle hasta değil, hatalı olduğumuza inanıyoruz. Ardından hatamızı gidermek adlı zorlu uğraşa giriyoruz. Psikoloğa başvurduysak hatamızı bize gösteren psikoloğun söylediği şekilde düşünmeye, onun gösterdiği yolda GERÇEKTEN ilerlemek için ACI ÇEKMEYİ ya da biraz rahatsız olmayı (değişmek kolay değildir) göze alıyoruz. Kendimize -ilk kımıltıları hissetmek adına- altı ay veriyoruz. BEYNİMİZİ yeni düşünce modelleri ile yeniliyoruz. “Eski ben”i çöpe atıyoruz. Yeni sayfa açıp yazmayı yeniden öğrenir gibi, ağır ağır, kargacık burgacık yazarak, ya da yeni yürümeye başlar gibi aksak adımlarla, ama giderek güçlenerek ilerlemeye koyuluyoruz.
Son olarak kendi sistemimizden minicik bir pratik uygulama ekleyeyim: Beyninize bir radar ya da “duygu ölçer” yerleştirin. Ne zaman acı/korku/öfke (hatta kaygı/tasa/elem/huzursuzluk/tedirginlik/hüzün/kasvet) duyguları hissettiğinizde bir alarm çalsın; ASLA GECİKMEDEN, “acaba yaptım mı, başardım mı?” diye bile sorgulamadan, sevdiğiniz bir düşünceye, ya da işe atlayın. Bir sporcu gibi beyninizi bu antrenmana alıştırın. İnanın, kararlı iseniz zor değil! Ancak bunu BİLE yapmıyorsanız (yapamamak diye bir şey geçerli değil, çünkü yapılacak iş olan “sevilen bir şeyi düşünme” veya "sevilen bir işi yapma" durumu çok kolaydır) o zaman olduğunuz yerde -hiç darılmayın- gayet de rahat olduğunuzu görün.
Bu sözlerim (yanıtım) nedeni ile yaşadıklarınızı küçümsediğimi sanmayın. Ben ve arkadaşlarım, siz ve milyarların geçmekte olduğu bu yollardan geçtik. Bir anlamda hepimizin kaderleri (çekilecek acı ve tadılacak mutluluk oranları) -hepimiz makro varlıkları olduğumuz için, bu ortamda bedenlenecek dalga fonksiyonu taşıdığımız için- üç aşağı, beş yukarı benzer. Tabi ki siz de geçeceksiniz. Evrim daima ileri işler, geri dönüş yoktur. Ama ya “uflayıp puflayıcı” bir yaklaşımla gecikeceksiniz; ya da kendinizi toplayacak, bir kararlılıkla yeni paralele zıplayıvereceksiniz.
Her gün, hatta her an, yeni bir başlangıçtır… Tıpkı şu an gibi. ;-) Bence kullanın bu anı…
İnsanlık kuantum mekaniği ile evrenin nasıl bir Alis Harikalar dünyası olduğunu anlamakta. Aydınlanma çağının “sadece görünen gerçektir” martavallarını, Newton fiziğinin çapsızlığını bilim solladı. Realizmin “İnsan beyninin dışında, onun müdahil olamayacağı, kendi kendine işleyen bir evren vardır” iddiası çöp oldu. Evreni; küçümsenen, zavallı olarak algılanan, hor görülen insan bilincinin var ettiği ortaya çıktı. O bilinç aslında -aldanarak uzak düştüğü- tanrının parçası!
Ama durun, bu değişimler de yetmedi; Einstein’in popülarize ettiği rölativistik fiziğin tahtı da sallanmakta! Kuantum yasaları, onun yasaları ile uzlaştırılamıyor. Özetle, hiçbir şeyin artık bize öğretildiği gibi, ayağımıza bağlandığı gibi, “olması gerektiği gibi” olmadığı ortaya çıkıyor.
En çok da ne yok biliyor musunuz?
Mantık!
Hani kadınlarda olmadığı için kadınların küçümsendiği kavram.
Bırakın kendinizi, yıkın eski kural ve inançları, hastalıklara inanmayı, akın mucizelere.
Yegane gerçek şu: Gerçek diye bir şey olmadığı!
Ne istiyorsanız, o evrende yaşarsınız.
İnsan bilinci denilen yapı, her istediğini var edecek güçtedir. Var edemiyorsa, yeterince istemiyor demektir.
İsteyin!
Elde edeceksiniz.