soruma, daha dogrusu sorunuma gelecek olursak... dogustan fiziksel engelliyim, yürüyemiyorum. çocuklugum da dahil olmak üzere geçmise baktigimda mutlu bir birey olamadigimi, bu konuda basarisiz oldugumu görüyorum. astrolojiyle ilgili paylasimlarina da nispeten hakimim ve kuzey ay dügümü oglakla ilgili söylediklerin birebir beni yansitiyor diyebilirim. engelimden ötürü zaman zaman eve tikilmak zorunda kaliyorum ve günes burcum yay, bununla birlikte iki tane daha yay var horoskobumda ve evde kalmak beni kelimenin tam anlamiyla boguyor. ama napsam kabugumdan çikamiyorum, engelimin bana engel oldugunu hissediyorum.
üniversite sürecimde birine asik oldum ve bir seyler uyandi içimde. sonra korktum, daha da içime gömüldüm ve kadinsal anlamda potansiyelimi ortaya çikaramadim. iyice depresif bir hale büründüm ve üniversite egitimim yarida kaldi, kendimi derslere veremiyordum.
kuzey ay dügümü oglak için kurtaricinin "kariyer" oldugunu söyledin; ancak ben bu kadin kimligimi ortaya çikaramadigim sürece, yani kendim olamadigim sürece ne kariyerimde ne de sosyal hayatimda basarili olamayacagimi görüyorum.
senin gözünden, bir engel nasil asilir? her seye sifirdan baslamak, yeniden sevdigim bir alanda lisans egitimi almak istiyorum, bir yandan da para kazanmam lazim ama evden çikamamam için evdeki asansörün bozulmasi yetiyor, birilerine muhtaç kalmaktan sikildim iyice. yorumlarini bekliyorum, sevgiler.
YANIT
Kendinizi bir kadın olarak eksik görmeniz belki de pek çok sıkıntının başlangıcıdır; ataerkide sürekli gömülse de, cinsel kimlikteki denge, keyif ve doyum pek çok sorunun engelleyicisi olabilir. Size, engellilik ve cinsellik hakkında duymanız gerektiğine inandığım bir görüş, bir de anı aktarayım:
1- Engelli olmak ve seksi olmak kişiye olağan insanlardan daha fazla hayran kazandırabilir! En azından hayran kişilerin duygu/hayranlık/bağlılık/tutku yoğunluğu, olağan kişilerinin elde ettiğine oranla çoğu zaman fazladır.
Şöyle açıklayayım: Ataerki yine -ayıp/yasak/sapıklık/manyaklık- şeklinde empoze etse de nedenleri bilinemeyen şekilde bazı kişiler (hanım olduğunuz için erkekler diyeyim), bazı erkekler, engelli insanlara farklı bir arzu duymaktadırlar. Porno sitelerdeki midget ve ampute gibi linkler olması buna delildir. Bu kişiler -engelli hanımlar kendilerini eksik gördükleri ve kenarda kaldıkları, yani cinselliklerini sergilemedikleri için- eş bulamamaktadırlar. Aynı nedenlerden dolayı hem engelli, hem cinselliğini yoğun yaşayan hanımlarla karşılaşınca bağlılıkları, tutkuları, arzuları normal bir erkekten fazla olmaktadır. Az olan daima değerlidir. Bu nedenle hiç çekinmeden -arzuladığınız ölçüde- cinselliğinizi (güzel yerlerinizi) sergilemekten geri durmayın. Birileri beğenecek… hem de pek çok beğenecektir. ;-)
2- Erkekler mükemmel fiziklere sanıldığı kadar bağlı değillerdir. Aşkı için intihar edilen hanımların pek azının benzersiz güzellikte olduğu bilinir. Albenisi olmayan nice hanımın çok hareketli ve eğlenceli aşk hayatı olduğunu uzun yaşamımda bizzat müşahede etmişimdir. Bağlılığın nedenleri nadiren görseldir. Çekim ve bağlamayı yaratan bütünü ile karakter ve sekse/hayata bakış açısıdır. Erkekler, her normal insan gibi, yaşamlarını kolaylaştıracak ve eğlence katacak hanımları genelde çekici görürler (bulurlar değil, basbayağı görürler, güzel olarak algılarlar). Zaten çekim salt görselliğe dayalı ise ilişki -göz alışkanlığı nedeni ile- ömürsüz olur.
İzninizle kendimden örnekleyeyim ve konuya “Kesinlikle ampute hanımları çekici bulan kişilerden değilim” diyerek gireyim. On yıl kadar önce yaşadığım apartmanın yanındaki apartmanda, evimin balkonuna paralel balkonda bir hanım vardı. Sabahları balkonda oturur saçlarını taradı. Akşamları eve döndüğümde onu yine oturur görürdüm. Çok güzel saçları vardı. Ona Rapunzel adını takmıştım. Giderek bakışlarıma karşılık vermeye başladı. Sonbaharda cesaretimi toplayıp işaretle telefonunu istedim.
Verdi! :)
Telefonda konuşmaya başladık. İletişim samimileşince onu görmek istediğimi söyledim. Beni evine davet edince soluğum kesildi. Hiç abartmıyorum, daire kapısına -romanlarda yazdığı gibi- nasıl vardığımı bu gün hala anımsamıyorum. Öyle bir heyecan, hatta hezeyan içinde kapısını çaldım. Açtı.
Hem yaşlı, hem engelliydi.
Dahası, bacakları estetik diyemeyeceğim yapıdaydı. İki koltuk değneğine dayalı, büyük bir güçlükle yürüyordu.
Birisi yüzüme yumruk atmış gibi oldu. Hayır, düş kırıklığı değil, anlayamadığım bir duygu kombosuydu yaşadığım. İçimdeki hayranlık sanırım o zaman sevgiye dönüştü. Her şeyi unutup önünde diz çöktüm ve beline sarıldım. Ampute hanımları çekici bulan erkeklerin nasıl duygular taşıdığını belki de biraz hissettim. Acıma kesinlikle değil, beğeniye eklenmiş bir şefkat… hatta -bilmem söylemem doğru mu- kendimi olağandan güçlü görme durumu, sadece erkeklere özgü olan ve "bir kadını taşımanın vereceği zevk" şeklinde yorumlanabilecek içgüdünün görece kolay elde edilecek olması.
Güzel bir ilişkimiz oldu. Uzunca sürdü… Oğulları -haklı olarak- bana güvenemediler, ilişkimizi bu gibi durumlar bitirdi, onun engeli değil.
Ve bu hanım, o hali ile yaşamı boyunca çalışmıştı!
Demek istediğimi anladığınıza eminim, ama yineleyeyim: Engelli olmak; beğenilmek ve aşk yaşamak adına asla engel değildir. Engel, kişi tarafından, ataerkil sistem aracılığı ile beyninde var ettiği alandır.
Dişilik ve erkeksilik kesin-be-kes söylüyorum, beyin işidir. Önce cinselliği, ikinci olarak insan adlı canlıyı, üçüncü olarak hayat adlı süreci ilginç, heyecan verici, hoş, eğlenceli gibi kavramlar kapsamında görüyorsanız beyninizdeki alan sizi çekici kılar. Belki bir film yıldızı kadar hayranınız olmaz, ama kimse sizin nice film yıldızından daha kaliteli ve doyurucu ilişkiler yaşamayacağınızı söyleyemez.
Ataerkil yalanlar ise belli zirveler gösterir; iddiaya göre orada olmayan mutlu olamayacaktır; orada olan mutlu olacaktır. Bu zirveler gençliktir, güzelliktir, idealize edilmiş fiziktir (ki, bu model her yirmi yılda bir değişir), zenginliktir, zekadır, hayranlık uyandırmaktır… insanlar mutluluk adına illa ki empoze edilen zirvelerden birinde olmalıdır.
Oysa Fransa, anti-depresan kullanımında dünya birincisidir.
Anaerki halkı (olağanı, hatta sıradanı) yüceltir, ekabirleri değil. Buna rağmen halkı da mutlak şekilde yüceltmez; insanların “küçük” yaşamlarda DA, büyük yaşamlarda DA keyif ve doyum içinde yaşayabileceklerini savunur.
Keyifli ve doyurucu bir yaşamı ASLA şartlar değil, rahat bir beyin elektriği var eder.
Beyinden öte hiçbir belirleyici yoktur. QM, ETC, QED gibi alanlarda ortaya atılan dev teoriler insan adlı varlığın yüzyıllarca pozitivist (erkeksi) düşünce sistemlerinin iddia ettiğinden bambaşka gerçeklerle ilgili olduğunun ortaya çıkarttı. Psikolojinin üzerine kurulduğu bilinç yapısının (bilinci, duygusuz nöron çakışlarına bağlayan determinist görüş) gün-be-gün demode ve eksik sayıldığı bir çağdayız. Beyninize güvenin, tipinize değil. :)
Diğer bir konu, evden çıkamamak… Bu konuda BİR ÖLÇÜDE haklısınız. Rahat hareket edememek bir handikaptır. Ancak bu dünyada her bir insanın kendine özgü bir “büyük derdi” (büyük engeli) vardır. Bu büyük dertlerin pek çoğu sizinki gibi apaçık izlenebilen değil, beyni gizliden gizliye yakıp kavuran oluşumlardır. Nice sapasağlam insanın evden çıkamadığı, çıksa bile yaşama karışamadığı bilinir. Bu oluşumlar temizlenemezse kişi cehennemi makroda yaşar. Genelde temizlenemediği için felek, yani dünya, kahpe sayılır; hayatın yollarının sarp ve dikenli olduğuna inanılır. Oysa bu illüzyonları sadece aldanmış beyin yaratmaktadır.
Yine kendimden örnek vereyim: Beni büyük derdimi her öğrenenin önce yüzüne panik duygusu gelir; ömrüm boyunca biraz da düşüncesiz olan, ya da boş bulunanlardan “Senin yerinde olsam intihar ederdim” sözünü duymuşumdur. Haklı olabilirler. Ataerkil pencereden bakınca… e, valla büyük derttir. Oysa bu büyük dert bana gayet heyecanlı bir hayat ve tıkır-tıkır nakit para kazandırmıştır. :D
Sizin sorununuz belki de size 100 üzerinden 60 puanlık acı veriyordur; oysa seksi ve kolayca evden çıkabilen komşunuz belki eşi, belki aşkı, belki çocuğu, belki işi, belki de kendi kendine yarattığı saçma sapan şeyler yüzünden (örneğin “panik-atak hastasıyım”, “depresyondayım”, “yalnızım”) 80 puanlık acı çekmektedir.
Eğer bir beyin -şartlara takılmadan-
-
kendini eğlendirmeyi biliyorsa,
-
sürekli KENDİNİ ALDATMADAN, İÇİNDEN GELEREK her şeyi iyi tarafından görebiliyorsa,
-
bu güzel huyunu tembellik etmek anlamında kullanmıyorsa,
-
zorlukla karşılaşınca -kendini sıkıp paralamadan- üzerine gitmeyi beceriyorsa,
böylece yayılan EM frekansı, giderek celp ettiği alan ile (buna paganistseniz Ana Tanrıça ya da Baba Tanrı, değilseniz bir kuantum alanı, sizin gibi Müslümansanız Allah-ü teala diyebilirsiniz) senkronize olur ve sorunların olmadığı paralel evrenlere geçiş yapmaya başlar.
Paralel evrenlere geçiş, kendini bambaşka şartlarda (farklı bir hayatta) bulmak demek değil, içinde yaşanan olağan şartların kendi kendine sürekli iyiye gitmesidir. Ama dediğim gibi, bunu tetikleyecek olan
cesaret,
dayanıklılık,
azim,
inanç ile
zorlu şartlarda o “keyif/eğlence/hoşluk/neşe” şeklinde özlenebilecek süredurumu yaratmaktır.
Çok iyi bilirim, göğüs göğse bir çarpışmadır bu. BU çarpışmaya girmeden, bir lahza olsun “Ben haklıyım işte, şartlarım zor, derdim büyük!” dediğiniz anda, evet, haklı olsanız bile, batmaya başlamışsınızdır. Maharet, o zorlu şartlarda, sizi belinizden batağa çeken vantuzdan kopup kurtulmak adına zorla da olsa, yukarıdaki duyguları YARATMAKTIR.
Duygular yaratılabilir! Daha doğrusu, duyguları yaratmak öğrenilebilir! BU başarıldığında gerisi kendiliğinden gelecektir.
Zorlamak… Kendini zorlamak… Zar-zor değil, İSTEYEREK ZORLAMAK… “Haklıyım” diye çamura yatmamak. İşin sırrı budur bence.
“her seye sifirdan baslamak, yeniden sevdigim bir alanda lisans egitimi almak istiyorum,”
Süper! Hiç durmayın.
“birilerine muhtaç kalmaktan sikildim iyice.”
Hepimiz birilerine muhtacız. Ataerkinin baştan sona palavra “özgürlük” kavramına sakın kanmayın. Ne özgürlük vardır, ne de başkasına muhtaç olmamak. Siz somut şekilde birine gerek duyuyor olabilirsiniz; nice kişi söyleyemeden bir diğerine muhtaç olmakta; öyle ki, ona ulaşamadığı için -kimi zaman- hayatına son verecek kadar muhtaç olmaktadır.
Çalışmayan ve ekonomik özgürlüğü olmayan hanımlar kocalarına, çalışan hanımlar kocalarından çok, "bir pis herif” bile olabilecek bir patrona muhtaçtırlar. Patronlar, iş yaptıkları müşterilere, işçilere… Politik liderler vatandaşa… Krallar çeşnici başına…
[İnancımızda yer alan, fikir sorduğumuz şahane bir beyedendi olan bir ağabeyimiz (benden genç ama kendini benden yaşlı sanıyor:) ) Amerika'dan salgın nedeni ile binbir güçlük ile ülkeye geri döndü, karantina sonrasında bir süreliğine bize geldi ve konuk oldu.
Güzel günlerdi, ama büyük bir sorun da vardı: Dar asansörümüze yalnız başına binemediği için her dışarı çıkışta yanında birimiz olmak zorundaydık. :) O bilgeliğe, o derin beyne rağmen o hala da birilerine muhtaçtı.]
Bu durum bir felaket değil, olağan bir yapıdır. İki bacakla yürümek, ağız ile su içmek gibi… Evet, uçmak, yürümekten kolaydır. Ama uçmak kafaya takılırsa yürümek olağandan ağır gelmeye başar.
Kabul; sizin “başkaları olmadan olamama” durumunuz belki biraz daha görünürdür. Ama özgürlük palavralarını aşarsanız, başkalarına biraz daha bağlı bir yaşamda, kendi geliştireceğiniz özgün yanlarınızla, bağlı olduğunuz kişileri farklı şekilde size bağımlı hale getirebilirsiniz.
Stephen Hawking’in sözünü anımsayalım: “Belki sizinle sadece bir bilgisayar aracılığı ile konuşabiliyorum ama beynim belki de sizlerden özgür. En büyük düşleri ben kuruyor, en büyük soruları ben soruyor, onları ben yanıtlıyorum.”
Bir Müslüman olarak söylediğiniz onurlandırıcı sözler beni ne kadar mutlu etti… Paganistliğimi saklamadan, sürekli alışılmadık şeyler söylerken tedirgin olmadığımı dile getirmek olanaksız. Kaygı nedenim ise inançları sarsacak, ya da zedeleyecek ters bir laf etmek sadece... Bir inanca dokunmak, o insanı sırtından iterek yere düşürmekle eştir. İnançsız olarak nitelenen ateistler de inançlarına dayalı yaşarlar.
Keyfin hangi ortamda elde edileceğini ataerkil martaval düşler belirleyemez. Herodot en mutlu adamın Karun değil, Efes’teki bir duvarcı olduğunu söyler… çünkü o rahat yaşamıştır. Hercule Poirot’nun bir sözü vardır; der ki: "II. Dünya savaşında bir bombalama sırasında sığındığımız sığınakta bir sürü zavallı insan vardı, çünkü kendilerinin zavallı olarak görüyorlardı. Ben mi? Ben kendimi hiçbir zaman zavallı olarak görmem! Benim aklımdaki tek sorun ayağımdaki nasırın acısı idi”.