YANIT
Sevgili kardeşim ne demek istediğinizi hiç anlamadım. Soru aşırı şekilde metafor içeriyor. Sorunuzu reddetmek istemedik. Umarım bizimle dalga geçmemişsinizdir. Sorunun ne olduğunu anlamadığım bir soruya yanıt verebilmek için önce cümlelerinizle ilgili konuşalım. ;-)
“ben enerjiyle ilgilendim ve sonunda hayal kirikligina ugradim.”
Enerji olarak neyi kastettiğinizi anlayamadık. PEden söz ediyorsanız, onunla kontak kurabildiğiniz anda tüm olumsuz hisler (örneğin inançsızlık), kontak miktarına koşut şekilde azalır. Melekler ve Şeytanlar adlı filmde inançsız bilim adamı Robert Langdon (Tom Hanks) ile (yanlış anımsamıyorsam) Kardinal Strauss (Armin Mueller-Stahl) arasında şöyle bir konuşma geçer. Kardinal sorar:
- İnsanların tanrı hakkındaki dediklerine inanıyor musunuz demedim, tanrıya inanıyor musunuz?
Hanks yanıtlar:
- Ben akademisyenim ve aklım bana Tanrıyı asla anlayamayacağımı söylüyor.
Psikopos ısrarcıdır, “Ya kalbiniz?” diyerek sorgulamayı sürdürür. Hanks’in yanıtı ise bence unutulmazdır:
- İnanmam gerekmediğini… İnanç bir armağandır. Ve ben bunu daha almadım.
Yani PEye (ya da tanrıya) yaklaştıkça inanç artar. Oysa mesajınızdan kolayca izlenebilen NEnin varlığı nedeni ile düş kırıklığına uğramış olmanız olağandır.
"Her sey göründügü gibi" diye düsündüm, hayat parlakligini yitirdi.”
Her şey göründüğü gibi cümlesini üreten bir beyin son derece olumlu, ya da olumsuz hisler içinde olabilir. Yani “Her şey göründüğü gibi, bu ne sıradan, renksiz ve tatsız bir şey” de denilebilir; “Her şey göründüğü gibi, her yer canlı, net ve gıllıgışsız” da… Hiçbir şey sizin verdiğiniz dışında bir anlama sahip değildir.
“Benim için dünya fiziksel.”
Tamam. Peki, sorun ne? Acaba bu cümleyi “acı dolu serzeniş içinde” gibi söylüyor olabilir misiniz? Eğer kuşkum doğru ise bu cümle bir tanımlama olmaktan çıkar, evren adlı sitenin baş inşaat mühendisi konumuna girer.
“kendimi kafeste hissediyorum. Ben yerini belirleyememis bir insanim. Bir türlü varolamiyorum gibi.”
Kusura bakmayın ama bu ruh hali son derece sıradandır. İnsanların doğalarını yaşamalarına engel olursanız pek çoğu bu duruma adapte olamaz ve NE celp eder. Celp olan NE, adamı çok farklı şekillerde “boğar”. “Doğalarını yaşayamama” sözlerim genelde rahat cinsel ilişki kuramama durumuna gönderme şeklinde algılanır; oysa kastettiğim “genel ataerkil kültür”dür. Bu yapının içinde cinselliği engellemek adına bin bir çeşit düzenek vardır; ancak birçok kişi cinselliği istediği düzeyde yaşayamamaya uyum sağlar. Doğru, sevincinden zıplamaz… ama yerlere de yıkılmaz. Oysa insanlara sürekli “diğerini geçmen gerek, sadece böyle rahat yaşarsın” sözleri empoze edilirse; buna ek olarak yaşam tehlikelerle dolu bir kaos olarak tanıtılarak korku yaratılırsa, işte kişiler bu halde yere yıkılamasalar da, böyle bir risk ile yüzyüze gelirler.
Bize göre bu gibi durumlarda yaşadığınız sıkıntıları beyin -sizi ayakta tutmak, uyarmak adına- yaratmaktadır. Bu sıkıntılar birer "ruh hastalığı" (ruhun nasıl hastalandığını anlayamadım ya neyse) ya da “kişilik bozukluğu” (bu aşağılayıcı tanım bence bir çeşit küfürdür) değil, “Yolunu değiştir, yeni rota sapta” şeklindeki öz uyarılardır. Siz ve kendiniz… Yani bilinciniz (siz, bana bu mesajı yazan kişi) ve derinlerdeki (bize göre ana alan ile kontağını yitirmemiş katman) “kendiniz”in iletişimidir bu. Beyinde sıkıntıyı yaratan da bu “derin kendiniz”dir.
Ne yapabilirsiniz? Spesifik bir yol öneremem; çözüm kişiye özeldir. Ancak olabildiğince yoğun ve geniş zaman ölçeğinde kendinizi rahatlatma, keyiflendirme şablonu şeklinde nitelenebilecek durumlar yaratarak bu -pozitif- ruh hallerine geçme çabası içine girebilirsiniz. Bana “Ya, ne laf anlamaz adamsın, sana ‘bir şeyden zevk alamıyorum’ diyorum ben!” şeklinde laf atabilirsiniz. Ancak yanıtım, bu inancınızın gerçeği yansıtmadığı şeklinde verilecektir. Yani zevk alamamak, şartların yarattığı olağan ve mutlak bir sonuç değil, beynin yarattığı bir uyarıdır.
Size sözlerimi şöyle kanıtlayayım: Erkekseniz kendinizi bir anda tropik adalardan birinde, lüks otellerin en iyisinde, yanınızda şahane ve sizin için deli divane olan bir (ya da birkaç) hatun ile bulsanız sıkıntınız kalmayacaktır. Bu kez de bana “Ben öyle şeylerden hoşlanmam, beni etkilemez” veya “Ben kadınım” diyebilirsiniz. O zaman kendinizi sizi çok seven arkadaşlardan olan bir grupta, macera dolu bir serüvende, belki bir yelkenlide, kaptan ve dümenci olarak bulsanız? Ya da karşınızda hayran olduğunuz yazar ve düşünürlerin sizi hayranlıkla dinlediği bir konferans vermekte olsanız? Hatta Best Model podyumunda yürüseniz? En sevdiğiniz rock yıldızı ile sahnede düet yapıyor olsanız? Bir dağ başında sevimli bir kurt ailesi ile birlikte yaşasanız? Lütfen karşı çıkmayın… sıkıntınız kalmaz. Yani kalmayabilir. Yani-yani sıkıntı bir ruhsal hastalık değil (olağan bir negatif beyin süredurumuna "depresyon" gibi garip adlar takılan bir "hastalık" değil), bir tatminsizlik sonucudur. Bir alet olsa, sizin beyninize girip yasaklanmış ihtiyacınızı belirleyip sizi o evrene atsa bir anda sıkıntınız kalmaz… yani sizin değiminizle “var olmaya başlarsınız”, başlayabilirsiniz. Oysa "hasta" olsanız, şartlar değişince iyileşemezsiniz. Şartlar değişince alan dağılabiliyorsa, bir hastalığın varlığından söz edilemez.
Tatmin olmak adına şartları değiştirmeniz gerek ve değiştiremiyorsunuz… Biliyorum. Bunun için “yapmanız gereken değişim yaratacak gücü toplamak için rahatlamaktır” diyorum. Rahatlama, bir şeyi devirmeden yapılacak devrimlerin ilk adımıdır. Rahatlama ile PE celbi arttıkça kapıların açılma, ya da size göre “kilitlerin kırılma” olasılığı artacaktır.
Peki, haklısınız; keyif yaratmak biraz daha zor… ama rahatlamak? Rahatlamak o kadar da zor değildir ve bu kadarcık bir değişimi yapacak, kendinizi bu kadarcık bir şeye zorlayacak mecaliniz yoksa siz aslında vır-vır etmeye alışmışsınız demektir. Makrokozmosta zorlanmadan bir değişim elde edilemez. Kimileri bu yapıyı “Her şeyin bir bedeli var” şeklinde yorumlarlar; bu cümle de hatalı değildir.
Şatafatlı yaldızlarla kaplı ve haklılığı ataerkice mühürlenip “değişmezlik rafı”na kaldırılan lafların gerisine sığınıp mağdur kahraman olmak çok kolaydır. Üstelik bunun gizli bir zevk ve doyumu da vardır. Tek kötü yanı, bu zevkin uyuşturucuya benzemesi, NE ye giderek daha batırmasıdır. Canını dişine takıp, ataerkil martavallara göz kırparak onları sollayıp, cengaverce zorluğa atılmak… üşümek, biraz korkmak, epey rahatsızlık yaşamak ile değişmeye girişmek zordur. Ancak bu yöntem, yani rahatlığı tesis edebilme galibiyeti, güzel günlere ulaşmanın tek yoludur.
“kafesimde uslu uslu hirlamali miyim? Yoksa hepimiz ayni kafeste miyiz?”
Kafesleri bilincinizle yaratırsınız. Yalnız başına durduğunuz bir kafes de yaratmış olabilirsiniz, bir kafes ve sizinle birlikte tutsak duran diğer kişileri de… İki alternatif sunduğunuz ve bir soru sorduğunuz halde ana tema “kafes”tir; yani ortada aslında soru değil, gerçekliğine sıkıca sarıldığınız kalıp vardır.
Sözlerimi realize etmekte (yani rahatlığa ve daha iyisi bir ölçüde keyfe ulaşmakta) isteksizlik gösteriyorsanız, “yapmanız gereken”e değil, ilerde sizi MUTLAK OLARAK bekleyen süreduruma odaklanın! En çılgın düşünüzü getirin gözünüzün önüne… Evet! O olacak! Evet! Onun olma ihtimali VAR! Süperpoziyonda birbirinden farklı +iki milyon –bir kez daha yazayım mı?- ARTI İKİ MİLYON seçenek var! Bunlardan biri de en çılgın düşünüzdür.
O düşe odaklanın. “kafesteyim”, “bir şeyin anlamı yok”, “ben şuyum… hayır buyum”, “dünya şu… yok, o değil, bu” benzeri kalıp felsefeleri çöpe yollayıverin. Beyin elektriğinizin frekansı neyse dünya odur. Düzletmek için ilk adımda rahatlamanın şart olduğunu, rahatlama yaratmakta zorlanıldığında ilerdeki düşe bakılması gerektiğini öğrenen ve bunu uygulayan için yaşam öyle kolay ve zevklidir ki…
Hayattan tokat yiyip duracağınıza, kendinizi biraz sıkıya koyun (kan değil, çok az gözyaşı ve epey ter dökün), Rocky’nin dediği gibi, bedeniniz “benden bu kadar” dediğinde, ruhunuz “asla” desin. (Survivor - Burning heart (Rocky IV).
Though his body says stop
His spirit cries, never.
[Konu ile ilgisiz bir dipnot: Filmde gerek Rocky’nin, gerek duygusuz Rus boksör Ivan Drago’nun (Dolph Lundgren), yani iki farklı erkeksilikteki adamın antrenman sürecinde yanlarında karılarının olması bence hoş bir mesajdır.]
Elinizden geleni değil, gelmeyene “Yok abi, bunu yapamam, düşer geberirim” sandığınıza atılın, onu yapmaya gayret edin, çuvaldızı kendinize batırın… ve başlayın çılgın düşe koşmaya.
O düş hep orada. Siz kendinizi toparlayıp ona ulaşmak için yola çıkana dek bıkmadan da orada sizi beklemekte olacak. O düş bir hayal, bir ayıp, bir “kişilik bozukluğu” değil, sizin pozitif evrene geçiş kapınız. Unutmayın astronotların çoğu çocukken “Büyüyünce astronot olmak istiyorum” diyen ve erişkinlikte bunun için çabalayan kişilerdir. Düşlerinizden (özlemlerinizden) korkmayın, utanmayın. Onları destek alarak başlayın zorlukları göğüslemeye.