REENKARNASYON ve KUANTUM MEKANİĞİ
5. Bölüm: REENKARNASYON
Araştırma ve yazı: |
|
Buraya dek bilim konuştuk; artık “sallama serbest” bölüme, yani ezoterizme geçmekteyiz. Yine de kendimize fazla yüklenmeyelim: 722 Teorisi, “cahil ilk çağ insanlarının uydurması” şeklinde nitelenip kenara itilen, oysa birbirlerine şaşkınlık verecek kadar benzeyen farklı uygarlıkların Yaratılış Mitleri, kuantum mekaniği, dinsel veriler ve ezoterik bilgiler temelinde kuruludur.
Yani din+bilim+mitoloji+ezoterizm sentezidir.
Ve teoriye geçelim:
Bizler elektronlardan (önceki bölümde anlattığım zırhlı şövalyelerden) yapılıyız. Ancak önceki bölümlerden anımsayalım; bizleri meydana getiren elektron bir çeşit temel parçacık olduğu için bir anda dalga şeklinde “her yerde” olabilmektedir. O zaman bizlerin de bir yanı dalga fonksiyonunda demektir. (Bu sözler ise tamı-tamına ezoterik teori değildir; bu düşüncede olan bazı bilim adamları da vardır.)
İşte bu dalga fonksiyonu yanımız ruhumuzdur. Dalga fonksiyonu halimiz (ruhumuz) çökünce “bilinç” adlı, sadece beyin aracılığı ile etkileşime girebilen bir varlığa dönüşür.
Uykuya daldığımızda (beyin, uyku mode’una girince) bilincimiz kısa süreliğine de olsa sahneyi terk ettiği için dalga fonksiyonu (ruh) haline döneriz ve mikrokozmos alanları içinde geziye çıkarız. Gezindiğimiz yer, evrenin atölyesi/mutfağı, asıl gerçekliğin var olduğu yerdir. Olaylara illaki ölüm/gizem/bilinmezlik/efsun vb. açısından bakmaya şartlandırılmış beyin buraya “ölüm ötesi” adını verebilir. Oysa burası sadece parçacığın, dalga fonksiyonu halidir. Mistik açıdan “asıl gerçeğimizin (ruhumuzun) var olabildiği diyardır”. “Asıl gerçek” dedim, çünkü arada sırada çökerek bilinç sahibi olsa da (maddeleşse de), temel/değişmez yapı ruhtur. Yalan olan, efsane olan, rüya olan makrokozmostur. Ruhun mekanı olan diyarda geçmiş vardır, gelecek vardır, önceden buraya gelmiş başka ruhlar (dalga fonksiyonları) vardır, biraz daha derinlere inelim, burada da –önceki bölümde anlattığım- periler (bozonlar) vardır, perilerin diyarları (alanlar) vardır… Uykuda dolaştığımız mekan böyle bir yerdir.
Sonra biri yatak odasına girer ve kişiyi dürter, ya da kurulan saat çalar ve anında beyin ölçüm yapmış olur. Böylece dalga fonksiyonu -bir anlamda- çöker, ruh yeniden bedene döner (beden olur), bilince dönüşür; kişi “bilinçli” şekilde gözlerini açar, esner ve duşa ilerler.
Bu minval üzere yaşarken yıllar geçer, süreçte bedenin de modası da geçer. Dokular eskir, sonunda işlevselliğini yitirince yeniden -ama bu kez geçici süre değil, tam anlamı ile- dalga olur.
Artık yeniden ana mekandadır.
722 sistemine göre Makrokozmos ilk başta (Big Bang’de) böyle meydana gelmiştir. Bütünü ile pozitif bir Ana Alan vardır. Müslümansanız ona Allah, paganistseniz Ana Tanrıça/Baba Tanrı, inançsızsanız “Platonik değerlerle yüklü derin bir kuantum alanı” (Hameroff), fundamental spacetime geometry (Penrose) gibi diyebilirsiniz. Makrokozmos, insan bilinci adı verilebilecek virtual photonların fışkırması, yani uzaklaşması ile oluşmuştur. Bu uzaklaşma bir çökmedir: Dalga fonksiyonumuzun, yani ruhumuzun çökmesi, parçacık olması, bedenlenmesi, daha doğrusu ruhumuzun bağlı olduğu pozitif yeren kopup çökmesidir. Makrokozmos bu çöküş ile (değim yerinde ise bu “çökertmemizle”) oluşmuş ve oluşmayı sürdürmektedir. Gerçeklik (evren), hatalı bir eylem ile (kopma ile/çökme ile) bizim tarafımızdan var edilmiştir; bizlerin çökmesi ile meydana gelmiştir. Dinlerde “İnsan cennetten dünyaya atıldı, hatta ‘düştü’” (buna “çöktü” diyelim mi?) sözlerinin anlamı budur. Biraz kabalaşmama izin verin: Makrokozmos, kopup çöken ruhların var ettiği bir herzedir. Bizim zevzekliğimizdir.
Cennet (ya da Tanrı veya pozitif alan) orada, uzaklarda bir yerlerde, sapasağlam durmaktadır. Bizler oraya Ana Alan demekteyiz. Dinlerde Cennet adını alır.
Ana Alan’ın bir yapısı (buna frekansı diyelim) vardır.
Şimdi ETC’i hatırlayın; EM alan olan kişisel bilincimizin hayata bakış yapımıza göre (örneğin dert kumkuması olup olmamamıza göre) bir dalga boyu vardır. Senkronizasyon esasına göre frekansı doğrultusunda ya Ana Alan, ya da diğer kopmuş alanların frekansı ile senkronize olur; yani ya sorunları başına sarar, ya da onların gizli bir el tarafından halledildiği bir evrende yaşar. Ruh halimiz (EM alanımızın dalga boyu), uyandığımızda içinde yaşayacağımız evreni yaratır.
Önceki paragraflarda belirttiğim gibi, uyuduğumuzda ya da öldüğümüzde, dalga fonksiyonuna geçeriz; bizim için evren dağılır, artık diğer alemdeyizdir. Ölme dediğimiz anda, yani diğer aleme temelli geçtiğimizde, dalga fonksiyonunun (alanımızın) hala bir frekansı vardır. Eğer ana alan ile senkronize ise –dinsel söyleme göre- Cennet’e gideriz. Değilse, frekansa uygun alan ile rezonansa girer, orada çöker, yeni bir yaşama başından başlarız. Bu yeni hayat dünya adlı planette de olur, bambaşka bir gerçeklikte de… hatta nadiren de olsa Cehennem’de… “Nadiren” dedim; çünkü evrim genelde ileri gider (frekans, genelde Ana Alan’a yaklaşır). Yaşam adlı süreçte sahip olunan frekans (titreşim yapısı), yaşanan/yüzleşilen olaylarla (genelde hayatta kalmak, zevki kovalamak ve acı çekmemek adına) bilenir, biçimlenir, gelişir; eş deyişle çoğunlukla rafine olmuştur.
Evrim budur. Fışkırarak çökenin yeniden yerine geri dönmesidir.
Cennet’e gitmek, ya da Tasavvuf’taki gibi “Hakk’a ile kavuşmak” sadece ona benzemekle (yani frekanslar arası çekim yaratacak konuma ulaşmakla) olur. Frekans neresi ile senkronize ise, dalga fonksiyonu orada çöker. Dileyen bu prosese re-enkarnasyon adı verebilir. Eğer Ana Alan ile senkronize olabilecek dalga boyumuz yoksa, yeniden bir yerlerde çökmüşsek, bu durum yeniden bedenlenmedir.
Önceki hayatlarımızı hatırlayamama nedenimiz bu yaşamda (bu çöküşte, bu ortamdaki çöküşte) düşünmek adına bir beyine gerek duymamızdır.
Kimi zaman çekim benzer bir yerde olur. Yani yine dünyada, zaman şeridinde biraz ilerde bedenleniriz. İşte o zaman bazı şeyleri -özellikle bazı etkileşimlere girince- örneğin anımsatıcı olay veya beş duyu (belki bir koku ya da şarkı veya manzara/ortam) aracılığı ile elde edilen bir algı ile) anımsamak mümkündür. Anımsamanın zayıf olma nedeni önceki hafızanın silinmiş olması, ancak arta kalan bazı alanlarla (yani önceki yaşamımızda bizi çok etkileyen olayların alanları ile) kontağa geçebilmemizdir.
Reenkarnasyona yukarıdaki bilgiler açısından bakarsanız ruh göçü, kervanı, arada konakladığı kervansarayı, geçtiği sarp ve dikenli yolu gibi -bu günün bilgilerine göre- çocukça şeylere takılmaz, resmi apaçık görüsünüz. Ortada söz edilebilecek sadece “etkileşimler” vardır.
Ruh, değişikliğe uğramakta, yapısına göre yerlerde (örneğin bulk’da yer alan farklı bir evrenin (belki de bedarnsio-expedita adlı galaksisindeki bir planette) çökmekte, orada bir ihtimal kafadan bacaklı ya da mavi bulut şekilde yaşamakta, sonra orada ölmekte (dalga fonksiyonuna geçmekte), yeniden bedenlenene (çökene) dek çevredekilere çene çalarak, ona-buna çarparak, eksite ederek, “table hopping” yapmaktadır. Yaşarken edindiği deneyimler onu çok da iyi rafine edememişse frekans neresi ile rezonansa giriyorsa orası ile senkronize olacak, orada çöküp yeniden yaşamaya başlayacak ve “Aman ölmeyeyim, keşke vampir olsam” gibi düşüncelere kapılacaktır.
Ancak frekans benzersiz mükemmelliğe ulaşmışsa, 1. sınıf uçuş bileti ile mikrokozmos Concorde’unda Ana Alana, yani yerine döner. Dinsel açıdan Cennete’a gider. Tasavvufa göre “Mevlaya kavuşur”.
Muhteşem olan “yaşamak” değil, diğer alemde iyi bir yerde kalıcı olmaktır.
Her şeyin gerisinde fizik vardır. Evrende olduğu kadar evren ötesinde de gizem yoktur… Sadece henüz keşfedilmemiş olandan söz edilebilir. Fizik öylesine dev adımlarla ilerlemektedir ki; bence kısa gelecekte bilim ve ezoterizm el sıkışacak ve böylece diğer alemde nereye çekileceğinizi öğrenmek için QED’e, Feynman diyagramlarına başvurabileceğiz.
|