YANIT
(Yanıtım, yaşamıma dayalı kanılarımı ve grup görüşlerimizi yansıtmaktadır. içerikteki düşünceler öneri ve tavsiye değillerdir. Mutlak doğrular oldukları hakkında bir iddiamız bulunmamamaktadır.)
Evet; geçmişte fizyolojik açıdan pek de sağlıklı denilemeyecek, psikolojik açıdan sorunlu denilebilecek biriydim.
En başta (taaa çocukluğumda) doktorlar "kalbinde leke var" ("gölge var" da olabilir, gerçekten ne söylendiğini anımsamıyorum) dedikleri için ailem koşup oynamama biraz engel olmaya çalışırlardı. Ergenliğimde spora merak sarıp bedensel hareketliliğim arttıkça baskıları arttı. "Deli"kanlılık ateşi ile bana bazı doktorlar tarafından bahşedilen ürkütücü iddiaları biraz korku ile ("birden küt diye gidersin haa" lafından korkmayacak az sayıda babayiğit vardır), ama epey sağır kulakla dinledim ve bildiğimi okudum.
Bu gün (genelde yaşım hakkında "yetmişe merdiven dayadığım bu gün" derim; ama kim bilir, belki de daha da moruk biriyimdir :D) haftanın beş günü dans ediyorum (dimdik tango yapmıyorum, ciddi bir efor sarfediyorum). Yarın ne olacağını hiç bilemem, ama an itibariyle "yirmi yıldır HİÇ BİR sağlık sorunum yok" diyebilirim. (Bedenimi çok zorladığım için her yanım sakat, o ayrı. :D )
Yetişkinliğimde, hepsi aydın :D kişiler olan canım ailemden öğrendiğim üzere, her minnacık sorunda pek aydınca "uzmandan yardım alan" tiplerdendim. Başka ne yapabilirdim ki? Bu tavır bana "batılılık ve çağdaşlık" olarak belletilmişti ve bizim oralarda batılı-çağdaş olmayan, hırsız-namussuz takımından sadece iki gömlek üstündü. :D
[Batılıların kendi genetik yapıları doğrultusunda var ettikleri kültürü, batılı olarak adlandırılan ırktan olmadığımız halde taklit etmenizin anlamı onları kendimizden değerli görmektir. Ulu önder Atatürk "Kültürler farklıdır, medeniyet tektir" demiştir. Kendi genetik yapımızın var ettiği kültürde kalmak, uygar ve değerli olamayacağımız anlamına gelmez; bilakis adı geçen öykünmecilik kayıplara neden olabilir.
Örnek vereyim: Batılılık adlı birşeylere özenmemiz sonrasında geniş, hoşgörülü, rahata düşkün kimliğimize özgü nezaket kavramından uzak kalmışızdır. Giderek bizleri ele geçiren (örneğin küfürbazlık) Amerikan kabalığının ciddiyetini görmek için belki benim gibi dikkatli bir ihtiyar olmak gerekir. Reddedemeyeceğimiz atalarımız olan Osmanlı insanının nezaketinin en güzel örneği, Yahşi Batı filmi ile yansıtılmıştır. :)
]
Öğrenmek zorundaydım... Bilmek zorundaydım... Oysa bu her bir bilme ve öğrenme atağı, beyindeki "Acaba hasta mıyım?" alanını "Evet, ben hastayım"a çeviren ateşlemelerdi. Naturamda bulunan "doğal iyileştirme sistemi"nin ise beynimin komutları yanında en küçük bir kıymet-i harbiyesi yoktu.
Bu batılı ve çağdaş ezberletmelere bir de bendeki NEyi ekleyin… Giderek hastalık hastası olma yolunda sağlam adımlarla ilerlemeye başladım.
"Geçmiste ilaç dolabim oldugunu söylemistin" demişsiniz. Bu cümleyi laf olsun diye söylemedim, söz ettiğim dolabı ne uydurdum, ne de abarttım. Bu konudaki bir anımı sözlerime kanıt olarak anlatayım.
Yıl 1986. Aerobik hocasıyım ve iki ayrı salonda ders veriyorum. (Bu konudan yanıtlarımda söz ettim; bu yanıtımda ve bu yanıtımda fotoğraflarım da var.) Aslında beni yatağa düşürecek bir hastalığım yok… ama kuşku içindeyim. Doktorlarla yakın ilişkimiz var ve çağdaş/batılı biri olarak ilaçlara inanıyorum.
Öğrencilerimle öylesine güzel ilişkimiz vardı ki, hafta sonları bazıları ile evimde toplanmayı alışkanlık edinmiştik. Menümüz her zaman hanımımın pizzaları veya elde açma mantıları olurdu. :DD
Bir defasında aralarında çok samini olduğum biri –Talin- (isim gerçektir ve sonradan kendi de hoca olmuştur) yatak odama girmiş, kendi boyumdaki ilaç dolabımı görmüş ve "Hoca, ne yapıyorsun böyle?" diye bir hayret nidası fışkırtmıştı.
Keşke gözlerindeki ifadeyi ve ses tonunu size yansıtabilsem… :D İçi tıka basa ilaç dolu cam dolap o kadar büyüktü.
Anaerkiye geçmeye başladığımda hocamın "bence doktora gitmene lüzum yok" sözleri beni deli divane ederdi. İçimden onun mankafa olduğunu düşünsem de, dışımdan kendisine makul ve sağduyu yüklü aydın işi konferanslar vermeye başlardım. Ben başlardım da, hocamın benim konferansları dinlememek gibi bir huyu vardı. :)
O söyleyeceğini söyler ve ilerlerdi. :D Eleştirmezdi, kontrol etmezdi, tıpkı bizler gibi asla tartışmazdı. Yani lafının saygı ve huşu içinde dinlenip dinlenmediğine hiç aldırmazdı. Beni uyaracak kadar aldırırdı tabi ki… ama dinlemeye, inanmaya ve uygulamaya istekli olmayan insanların üzerinde kelimelerin bir şey ifade etmeyeceğini; söylenen lafların içeriği ne kadar makul olursa olsun, sinir edici teneke tımbırtısı gibi duyulacağını bilen biriydi. Yıllar içinde onun ve tanıdığım bazı yoğun PE taşıyan kişilerin çokluk doktora gitmeden kendi kendilerini iyileştirme güçlerini izleye-izleye ikna oldum: PE sağlık getiriyordu. Bunun gerisinde beynin rahat olması ve bu rahatlıkla "doğal iyileştirme sistemi"nin sürekli aktif durumda kalması vardı.
İnsanların konuşmalarındaki hastalık konusundaki artışı görebilmek adına belki de hem benim yaşımda olmak, hem de benimki kadar genç bir yaşam sürmek gerek. (Çevremde kendi yaşıtım kimse yok diyebilirim. Yanıtlarımda çalışma arkadaşlarımın yaşlı olduklarını söylesem de, rakamsal olarak benden gençler.) Doktor ve sağlıkçıların darp edilmesinin gerisinde –bana sorarsanız- kültürel yozlaşma değil; hastalık konusunun fetişten, korku temelli beyin alanına dönmesi var. Bilirsiniz: En çok korkan saldırır.
İnsan denen tür binyıllar boyunca en kötü şartlara doktor/psikolog/bilim adamı olmadan karşı koyabilmiş ve türünün sonunu getirmeden hayatta kalabilmiştir. Söz konusu durum, hayvanlar kadar insanlarda da doğa tarafından verilen bir ek güç ile temin edilmiştir. Bir yerinizi hafifçe bir jiletle kesin: O yarayı kendi kendine kapatan güçtür bu.
Kimsenin fark edemediği (ya da işine gelmeyeceği için görmezden geldiği ;-) ) durum ise çöp toplayan kişilerin salgın döneminde çok uzun süre maskesiz çöp toplamaları, ama nüfuslarında bu yüzden oluşan bir kıran yaşamamalarıdır. Bir çoğunun yolunu keserek bilfiil bu konuda bilgi almışlığım vardır.
Salgını geçin, tehlikeli konu, bu konuda yanlış bir laf etmiş olmak istemem. Ancak yine fark edilmelidir ki, Roman vatandaşlar arasında -bu kişilerin hiç biri hijyen paranoyasından nasiplerini almadıkları halde- standart hastalıkların salgını olmamaktadır.
Ben kimseye pislik içinde, aldırmaz bir sorumsuzlukla yaşayın demiyorum. Müslümanlıkta "Temizlik imandan gelir" şeklinde çok güzel bir söz vardır. Bizim dünyada temiz ve tertipli olmak ile PE celp edileceğine inanılır. Ancak aşırılık –çocuk sevgisinden, millet sevgisine, hatta dindarlıktan, dinsizliğe dek her nerede ise- NE envoke eder… Tıpkı aşırı "uzmana başvuralım" düşkünlüğü gibi…
[Salgın öncesinde bile ateşi çıkanın acil servislere akın etmesi; daha ilginci, iyileşince bu olayı süzülerek "acile gittik, serum taktılar" diye dostlarına ya ballandırarak, ya da kendine garip şekilde acıyarak anlatması alışkanlığı, üzerinde durulması gerekli kültürel bir durumdur.
]
Bu uzun girizgahtan sonra –bize inanan arkadaşlarla baş başa verip, epey kısık sesle- farklı sohbetlere başlayalım. Biz-bizeyiz ya, bu yüzden korkarım ki artık yukarıdaki kadar sağduyulu(!) (sözlerimi sansürleyerek) konuşmayacağım. Bundan sonrasında bizim –çılgınlıklarla dolu- sistemimize pas atacağım. ;-) (Dileyen bu konuda Çılgınlık adlı yanıtımı okuyabilir.)
Fısıltılı söyleşmeye cümlelerinizle başlayalım.
"sagliga takintili biri oldugumu fark ettim en ufak belirtide kendimi izliyorum"
Bu gibi can sıkıcı durumların nedeni kişinin NE kontrolunda olmasıdır. Ancak alanı eksite eden, ya da o gücü envoke eden kişinin kendidir. İşin fecaat yanı, o gücü hiç tahmin edemeyeceği bir davranışıyla çağırmış olmasıdır!
Ya foton olarak gözden, ya da foniton olarak kulaktan (örneğin aydın ve çağdaş bir kişi olarak takip ettiğiniz görsel haber kanallarından, okuduğunuz kitaplardan) aldığınız her EM dalgaboyu, onlara atfettiğiniz önem (buna etkilenme -yani üzüme, sıkılma, kaygılanma, öfkelenme- oranı diyelim) miktarında beyninizde bir alan var eder. Bu NEnin beyine bulaşma yoludur.
Etkilenmeniz ne ölçüde büyük ise, etkilenmenizle meydana gelen rezonansın genliği de aynı ölçüde geniş olacaktır. Rezonans, NEnin kişiyi etkisi altına alması, yönetmesi anlamındadır. Bu yönetim ile popüler etki (sorun), artık sizin de parçanızdır.
Orta Çağda "şeytan ruhuna girdi" şeklindeki bu etki, günümüzde "hastalık bedenine girdi"ye evrilmiştir. Aslında bu söz hem doğru, hem de yanlıştır: Bedene giren bir hastalık olmasa da, ruha giren bir hastalık vardır. İnanç, (ki, bunun gerisinde kültürel yolla yaratılan inançlar da vardır) sizi hasta edebileceği gibi, sağlıklı kılacak da olabilir. Bu New Age tipi –kanıtı fazla bulunmayan- sözlerimin gerisinde ise bilimsel bir kanıt vardır; o da Placebo/Nocebo'dur.
[Ha-babam kimyasal üreten uluslararası kimya… pardon ilaç sanayiine ve ayrıca araştırmacı bilim adamlarına Placeboyu pek kaale almadıkları ("Placebo effect nasıl gerçekleşiyor? Bu mekanizmayı çözersek ve metodize edebilirsek, artık pek çok kişi kendini iyileştirmeyi öğrenecek!" demedikleri), yani terettüp etmedikleri için teessüf etmekteyiz. :D
Ama adamlar da haklı; o sanayiden kaç kişi ekmek yiyor. İnsanoğlunun kendi kendini inanarak iyi ediverdiği cascavlak ortaya çıkmış olsa da, bunun pratikte nasıl var edildiği hakkındaki gerçekler de ortaya çıkarsa kaç kişi işsiz kalır.
O zaman ne yapılacak? Vur abayı hastaya. :D
]
Yani tek sorun kişi tarafından bir şekilde envoke edilmiş NEdir. Bu dünyada başka hiç bir sorun yoktur.
NEnin bulaşma yollarına birkaç örnek vereyim.
NE etkisi altına giren kişi;
-
Sosyal medyada sempati duymadığı parti hakkında hırs içinde bir şeyler yazmış, ya da yazılanları okuyup durmuştur.
-
İş yerindeki –olağan- adamı sollama girizgahlarına "mobing uygulanıyor" diye ad takıp, böylece çağdaş ve aydın şekilde gözünde büyütüp (alanlaştırıp) elem etmiştir. (Olağan durumlara alafortanfoni adlar takmak, geçici etkileri şıp diye alana çevirir.)
-
Sokaktaki hayvanların Nazi toplama kampına benzeyen barınak adlı hücrelere atılmasının (oradaki hallerini gözlerimle gördüm) gerekliliğine inanmış ve bunun çok mantıklı olduğunu düşünmüştür.
[Bu dünya sadece insanlara ait değildir. Her şeyi insanların canının istediğine göre yapmanın (örneğin insanlar uzun yaşasın diye hayvanları metal hücrelere atıp, üzerlerinde çeşitli ameliyatlar yapıp, sonra da çağdaş ve aydın şekilde "sakrifiye etmek" diyerek öldürmenin) Ortaçağda dünyayı merkez sanan din adamlarının yaklaşımından farkı yoktur. Hayvanlardan üstün olduğunu düşünen insan (ki, bazı açılardan bakarsak bu görüş doğrudur) üstünlüğünü, onlarla yaşamanın yolunu onları mağdur etmeden bulmak için kullanır. Çözümü bulamıyor, tıpkı hayvanlar gibi, kendine düşman olarak algıladığına saldırıyorsa, artık üstünlüğünden söz etmesi zor olacaktır.
Güç; yok etme (yenme) kapasitesi ile ölçülemez. Gerçek güç çözüm üretir. Güç, mutlak hakimiyet gerektirmez; çünkü güç, diğerlerinin (ki, bunların içinde hayvanlar da vardır) ihtiyaçlarını tanıma ve giderme yeteneğidir.
]
-
İş ortamında sattığı malın bedelini pek hak etmeden arttırmakta beis görmemiştir.
-
Zor durumdaki bir yakını için adamın gözünü belerten zorlukta bir işi yapmaya yan çizmiştir.
-
Hatta iki bacağı olup yürüyebildiğinin, her gün trafiğe girip işine/okuluna gidebildiğinin, sık sık gırtlak-gırtlağa gelse de :DD bir sevgilisi ya da eşi olmasının, hatırını kendi eli ile sormak zorunda kalsa da işlevsel bir cinsel organının bulunmasının şansını görmüyordur. ;-)
-
Belki tanrıdan korkmuştur. Belki salgından… Belki de hastalıktan… ;-)
Söz ettiğiniz ve de söz etmediğiniz ama adamı yerle yeksan edecek her sıkıntı gerisinde KENDİ hatalarımız vardır. Doğrudur; hata fi tarihinde yapılmıştır. Ama alanı açmıştır. O alan artık benzer, ya da benzer olmayan hatalarla giderek gelişecek, güçlenecek, kişinin özünde NE varsa onu zararlı birine, PE varsa onu sorunlu birine dönüştürecektir.
Bu nedenle çözüm basittir ve sadece "PE üretmek" ile sınırlıdır.
Ama, evet efendim; asıl zorluk buradadır. :DD Hastayım diye kendini yemek işin kolay tarafıdır. Zor olan PE üretmek, bir diğer söyleyişle pozitif insan olmaktır.
Aman yanlış anlaşılmasın, kimseye "kötü insansın" demiyoruz. Söylemek istediğimiz sadece "bazı erdemleri az uyguluyorsun, biraz daha gazla dostum" ile sınırlıdır.
Birkaç örnek de PE üretmek için ne yapılması gerektiği hakkında vereyim:
-
Sizi sinir eden birini anlamaya ve strese GİRMEDEN hoşgörmeye çalışın.
-
Tutmadığınız partinin de iyi işler yaptığını strese GİRMEDEN önce fark, ardından kabul edin.
[Günümüzün politika modasında bu öneri belki de en önemsenmesi gerekendir.:) TV kanallarının ana haber kuşaklarında sadece desteklenen partinin başarısından, rakip partinin başarısızlığından başka bir şey olmaması, yani "haber" denecek bir şey olmaması, örneğin dünyada ne olup bittiği ile ilgili bir çimdik bilgi yer almaması; bizim dünyamızdan olmayan kişilerin pek çoğunun içine itildiği karabasının en güzel örneğidir.
]
-
Gitmek istemediğiniz (belki de korktuğunuz) o yere, ya da akrabaya/kişiye strese GİRMEDEN gidin veya telefon açın.
-
Zor durumdaki kişilere paraca yardım yapmayı, HER kazancınızda bir miktarı dağıtmayı alışkanlık edinin.
-
Ve en önemlisi: Bütün dert ve sorunlarınızla birlikte, eğer kendi haline bırakılsanız, kendi yaratacağınız sınırlar içinde (canınızın istediğini yaparak) çok da muhteşem bir kişi olabileceğinizin farkına varın. İçine itildiğiniz zorlu ortamda bile tüm hatalarınızla özel ve iyi biri olduğunuzu bilin, bundan sevinç duyun.
Bana "Tamam, inandım, harika… ama somut olarak bişiler demediniz?" mi diyorsunuz?
Bi' sürü şey dedim? Yeterli gelmedi mi? Peki... Daha da basitleştirelim: :)
Kendinizi dikkatle, HER AN gözleyin. Şu aşağıdaki duygular UYANMAYA BAŞLAYINCA, HEMEN, önceden planladığınız ve zor anlara sakladığınız ÇOK SEVDİĞİNİZ BİR İŞE atlayın (saniyelik gecikme ile vapuru kaçırabilirsiniz, sürat çok önemli).
Duyguları aktarıyorum; önemsizden önemliye sıralanmıştır:
- Tedirginlik, huzursuzluk, endişe, kaygı, tasa,
- Elem, keder, hüzün, kasvet,
- Gerginlik, kızgınlık, öfke, hırs, hınç, kin,
- Siz, soruyu soran kardeşim, size özel olarak ise bu duygu, bir yerinizde bir sorun olduğu hakkında bir kaygıdır, yani kaygının oluşmaya başladığı andır.
Bu duyguları hissedince resim mi çizeceksiniz, oynak bir hava mı açacaksınız, spora mı koşacaksınız, alışverişe mi çıkacaksınız, temizliğe mi girişeceksiniz, kek pişirmeye mi kalkacaksınız, duş mu alacaksınız, kankaya telefon açıp maç sonuçlarını mı konuşacaksınız, bir porno klip mi izleyeceksiniz… onu ben bilemem. Ama tanrı aşkına bu "sevdiğiniz iş", kitap okumak, internette hastalık nedenlerini aramak, toplumsal sorunlarla ilgili görüş bildirmek, politik bir konuda demokratik bir tutum izlemek benzeri "çağdaş aydın" işi bir şey olmasın. :DDDD
Size en eğlenceli gelen şeyi ÖNCEDEN keşfedin, alarm çalınca camı kırmak üzere bir dolaba kilitleyin ve sadece bulutlar gelmeye koyulduğunu fark ettiğinizde ifa edin.
Bu kadar basittir çözüm.
Bu duygulara geçit vermeyebildiğinizde iyileşeceksiniz. Yahu durun; zaten hasta değilsiniz ki… Bilmelisiniz ki, hastalık kendi apatisini (boyun eğişini) getirir. Üst perdeden yakınlarına "hastayım-da-hastayım" ya da "şöyle hastayım, böyle hastayım" hatta "şöyle hastalandım, böyle hastalandım" gazelini okuyup duranlar, pek o kadar da hasta olmayabilirler; en azından iddia ettikleri kadar hasta olmayabilirler. :D O nedenle "Bu duygulara geçit vermeyebildiğinizde evhamı şutlayacak, rahatlığa akacaksınız" diyeyim. Ve EN ÖNEMLİSİ, bu gazeller adamın gerçekten hasta olma riskini arttırlar. Hastalığınızdan kimseye söz etmeyin. Hikaye gibi anlatmayın.
Baştan uyardım, artık kendi dünyamdan laf edeceğim dedim. Lafımı önemsemeyip fısıldaşmamı dinleyenlere çıkış için son uyarımdır. Bundan sonra okuyacaklarınız daha da hassas içeriklidir. :D
Doktorlar, psikologlar, bilim adamları benzeri zevat, genelde yukarıda söz ettiğim işi becermeyenlere hizmet verirler kardeşler. Hasta kişi sayısı sanılandan azdır.
Hastalıklardan –dogmatik olacağım, burası benim sitem ve soru bana, düşüncelerimizi öğrenmek adına sorulmuştur- ilk adımda ruhu iyileştirerek kurtulursunuz. Doktorların görevi ya bunu başarmadığınızda; ya sistem eskime (yaşlılık) ile gerçekten foslamaya başladığında, ya da alışılmadık ve olağandışı bir halde (örneğin bir kaza ile) çuvallamaya koyulduğunda başlar.
Genelde hastalık yoktur, hasta vardır.
Dr. Andrew Weil: İlaçların sihri içeriğinde değil, ilaçları kullananların zihninde yatar.
Ambroise Paré: Doktorun görevi arada sırada tedavi etmek, sık sık rahatlatmak, her zaman avutmaktır.
Bu yaşımda, hastalık hastası bir geçmişten gelen bendenizin, günümüzde bedensel hareket gerektiren bir işte hayatımı kazanabilme nedenim anlattığım inançlarla yaşamamdır.
[Son bir şey diyeyim: Arkadaşlar, "Adam eğitimlerine müşteri çekmek için yazıyor, ayıp ediyor" diyeceksiniz diye biraz tedirginim, ama bundan korkup diyeceğimi (inandığımı) demesem de kendime ayıp etmiş olurum: Maji, söz konusu olumsuz alanları dağıtabilen bir disiplindir.
Fazla hatırlamak (alanı aktive etmek) istemesem de belki de en önemli sorunumdan uzman psikologlarla değil, maji ile kurtulabilmişimdir. Sorunun çapını (fecaatini) sizlere göstermek için biraz ip ucu vereyim: Sorunum, bazı geceler eve giremememe ve apartman bahçesinde, çalılar arkasında oturmama neden olmuş; bu yüzden iki kez devriye gezmekte olan ekip, beni hırsız sanmıştır. (Yanlış anlaşılmasın, cin-min korkusu değildi.) Bu sıkıntıyı nice "uzmana başvursam" da aşamamış, sadece maji ile yok edebilmişimdir. Buna yemin edebilirim.
(Tam cinci hocaya döndük. :)))) Ama hem yaşadıklarım, hem de inançlarım TAMMM da böyle. Ne "En sevilen adam" olmaya, ne de popüler olmaya merakım var. Beğenmeyen beni okumaz. Küçümseme botumuz aktiftir. Bu botu kullananlara kızmam, küsmem. O kadar anlayışımız var. ;-) )
Belki "Maji diye bir şey var" diye kendimi inandırdığım için (yani maji değil, inancımla) alanı dağıttım. Bu da olabilir. Hiiiç sorun değil. Önemli olan sonuçtur.
Bu düşünce Bülent Kısa'ya da aittir. Onun yanındaki öğrencilik safhamda bilgiçlikle (ve de tartışma başlatmak arsuzu ile ;-) ) "Sonucu kendinin yarattığını nasıl biliyorsun ki?" şeklindeki sorularıma daima -o ilginç ses tonu ve vurgusu ile- "Olabiliğğğrrrr… Hiiiiiiiyyç önemi de yokturrr. Sen sonuca bakkk" şeklinde bir yanıt almışımdır.:)
]
" Güzel günleriniz olsun"
Ne güzel bir niyet… Çok teşekkürler. :)
Bilmem bilerek mi yazdınız? Bizde güzellik, iyilikle eştir. Kutsaldır.
Bu yüzden herkes daha güzelleşmeye çalışmalıdır. Bu da bir tapımdır. Tanrı, EN-EN-EN güzel olandır. Onun güzelliği; ruha şifa veren, adamın bir yandan aklını alan, ama aynı anda garip şekilde sakinleştiren "güzellik" adlı kavramın çıkış noktası ve odağıdır. Bu yüzden güzelleşmek ve güzellik yaratmaya çalışmak, iyi olmak ve iyilik yaratmaya çalışmak kadar tanrıya yaklaşmak, ona benzemek, yani onunla senkronize olacak enerjiye geçmek demektir.
Bu inancımız Müslümanlıkta hadislerle doğrulanır.
Hayrı, iyiliği, güzel yüzlülerin yanında arayınız. (Buhari)
Hayırları yüzü güzel olanların yanında arayın. (Ebû Ya’lâ)
İyiliği, güzel yüzlü kimselerden talep ediniz. (Beyheki)
Huyu ve yüzü güzel olan dünya, ahiret iyiliğine kavuşur. (İbni Şahin)
Bu nedenle;
-
kişisel çabasıyla fiziksel olarak güzelleşmeye çalışan,
-
güzel ve şık giyinen,
-
çevresini derli toplu, temiz-pak yaparak güzelleştiren,
-
yaşadığı yeri gözünü ve ruhunu okşayan, ona şenlik ve sükun veren resimlerle, yapıtlarla süsleyen,
-
bakanların ruhunu şad edecek resimler, heykeller yapan, modalar yaratan, ev dekorasyonları var eden,
-
modern sanat, dışa vurumcu filankes veya karikatür adı altında, bakanın gözünü rahatsız eden, çirkin şeyler yaratmayan, ya da olanlara da bakmayan
güzeller güzeli Yaratıcıya yaklaşır.
Bu da bir tedavidir
Güzel söz de güzellik yaratır; çünkü ruhu okşayan her şey çehreye, simaya da yansır.
Benim günümü daha güzelleştirdiniz. Sizin de ruhunuza daha da güzellikler dolsun. Mesajınızdaki duyarlılıktan zaten öyle olduğu anlaşılıyor. Farklı bir bakış açısı yakalarsanız, zorlukların kendiliğinden aşıldığını göreceksiniz.