YANIT
[Yine e-mailsiz bir soru! Bunu da BU KEZ GERÇEKTEN SON OLARAK sıralamaya almıyoruz. :D
Arkadaşlar, email verenlere yanıtları bir haftada ulaştırıyoruz, ama soru sorulmasından sonra yanıtların yayınlanmalarına EN AZ iki ay sonra sıra geliyor. Yani email vermezseniz yanıtınızı en az iki ay sonra okuyabilirsiniz.
Verdiğiniz e-mailleri satacağımızdan mı korkuyorsunuz? Soruyu beğenmediğimiz zaman mesaj atıp hatır mı(!) soracağız? ;-) Biz majisyeniz. Hatır sormak istesek emaile gerek yok. :D Aman yanlış anlamayın, şaka ediyorum.
]
(Editörün notu:
İngilizce dokümanlardan yapılan bazı alıntılar orijinal dilinde (İngilizce) olarak metne eklenmekte ve tarafımızdan çevirisi yapılmamaktadır. Konu hakkındaki açıklama için
ÖNEMLİ AÇIKLAMALAR linki,
İçerik ve Uslup başlığında yer alan
sekiz-b (8 - b) ) numaralı açıklamaya başvurabilirsiniz.)
Darılmayın ama sorunuz tam "ağdalı" felsefe. :) "O, bu mudur? Yoksa şu mudur? Hayır efendim aslında şu budur, o zaman bu da odur" benzeri –bize göre- incir çekirdeğini doldurmayacak laflar. Feylesof denen adamlar insan aklını yüzyıllarca nice laf-ı gezaf ile beynin olağan çalışma şekli ile ürettiği kavrama –zekaya, pratik ve yararlı düşünceye- ters düşen, yani doğal olmayan, doğal olmadığı için NE celp ettiren hale soktular; bir sürü insana yolunu kaybettirdiler.
Örnek: "İyilik nedir?" Yok efendim, "güzellik nedir?"
Neyse nedir? Bunları öğrensen ne değişir? Öğrenmesen ne değişir?
Hiç bir şey değişmez. Bu konuyu bir filmden izlemek için sayfanın burasına zıplayın.
Daha geniş aspektte konuşayım ve bizim Bölünen Evren teorisine geleyim: Evrenin bölündüğünü öğrensen ne olur, bölünmediğini anlasan ne olur? Biz anladık, öğrendik, keyif keka… Harika… ama alt kat komşum pazarcı bir arkadaş var, "makrokozmos bölünmüş bir ortamdı" desen "Makro" sözcüğünü Hyundai'nin yeni modeli sanacak olabilir. Kendisine felsefecilerin yanıt bulamadığı "İyilik nedir?" sorusunu sorsan pat diye "Bir körü elinden tutar caddenin karşısına geçirirsin, budur" deyiverir. (Yaşanmış bir olaydır.) Keyif onda da bendeki kadar kekadır.
Ailemin baba tarafı "echal-i cühela" kimselerdir. "Saraylı" ve akademik :) olan anne tarafımdır.
Bazı yanıtlarımda anlattım, uyanık babam annemle evlenince o aileye "intisap etmiş" (kapağı atmış :) ), bir daha geriye bakmamış ve birkaç yılda dedemi taşra asilzadesi konumuna itecek bir Fransız markisine dönüşmüştür. :D Dedemin bundan çok hoşlandığını da ekleyeyim.
Hem anne, hem baba tarafımın kişileri tarafından geri zekalıdan iki gömlek üstün olarak kabul edilen babaannemin "Oğlum, çok çalışma felsefeye, aklın gider vesveseye" lafına fırlattığım küçümseme dolu bakışlarıma ve bu kafa ile sonunda kendimi soktuğum batağa öyle yanarım ki…
Size soru ile doğrudan ilgisi olmayan bazı şeyler anlatacağım. Asıl yanıta zıplamak isteyen köşeli parantezlerin arasını es geçebilir, buraya sıçrayabilir. Ama bence atlamadan okuyun.
[Antik anaerkil uygarlıklarda, Örneğin İyonya'da (İzmir ve Aydın illerinin sahil şeridine Antik Çağ'da verilen ad) yaşayan düşünürler kendilerine filozof değil, fusiolog derlerdi.
Bu konuda bir makale okumak için tıklayın! Metnin içeriği felsefidir ve bize uygun değildir; ama bizim dünyamızda reddetmek yoktur. Mekanımızda –Kabalistiler, felsefeciler, çağdaş ve aydınlar, Museviler dahil- herkese yer vardır. Ziyaretimize geldiklerinde bizler iskemlede otururuz; döşekler konuklarındır. :) )
Alıntı:
MİLET’Lİ ANAXIMANDRE - Eser Coşkun
Doğa bilgisi, Fusiolog doğanın bilgisine sahip insan demektir.
Bu, onları, gökyüzündeki ulaşılmaz tahtlarına oturarak insanlığa akıl almaz metafizik cevherler yumurtlayan Hellen Filozoflarından ayıran temel farktır.
Ama babaannem (ailenin küçümsenen büyüğü), satanistlik dönemimde bir filmden gördüğüm ve Şeytan'dan aynısını istediğim, ertesi sabah kolumda tıpkısının çıktığını görüp, kasım-kasım kasıldığım yarayı "Gel oğlum, kolunda temriye çıkmış, abdestliyim, okuyum, geçer" sözleri ile bir günde iyileştirmiştir. Kolumu ona uzatma nedenim –izleyeceğime emin olduğum beceriksizliği ile- kendime güvenimi arttırmaktı.
(Film John Carpenter'ın 1987 yapımı Karanlıklar Prensi'dir. Filmi kesinlikle önermiyorum; ama benim tevellütlü metal müzik severler, bizim devrim ilahı Alice Cooper'ı zombi rolünde görmek için trailer'ı izleme tehlikesini üstlenebilirler belki de. ;-) Ayrıca trailer'da benim yara da bir-iki saniye görünüyor.)
Ama kazın ayağı hiç de öyle olmamış; tüm beyinsel karşı koymama rağmen yara birkaç saatte kapanmıştı.
On üç yaşında evlenmiş, on beş yaşında büyük amcamı kucağına almış, kendi değimi ile "on sekiz ay lök-lök diye süt vermiş" bir hanımdı. Otuz yıldan fazla eşi (büyükbabam) ile mutlu yaşamışlardı.
Hep gülerlerdi… oysa eşi Yugoslavya (şimdi Makedonya oldu) ordusundan firar etmiş bir askerdi.
Biraz saftı gerçekten de. Yazları sık sık onu sıkıcı ve sıcak evinden alır, yaşadığımız yalıya getirirdik. Her gelişinde "Ne şanssızım, her gelişimde hava serinliyor, sıcak zamanları evde geçiriyorum" demesi herkesi bıyık altından güldürürdü.
Bize kalmaya geldiğinde hep dağarcığında anlatacağı erotik bir hikaye, ya da dedikodu olurdu. Hanımımı ve beni, belli etmek istemediği bir özlemle beklediğini bilirdim. Bize hayli dekolte hikayelerini anlatırken gözlerine yerleşen pırıltıyı hiç unutmam. Anlattıklarını duyan babam ise yarı şaka, yarı ciddi "A-a, bu annem artık sapıttı" derdi. Ama yıllarca hep bunu dedi, yani babaannem hep hikaye anlattı, sapıtık ve sağlıklı-neşeli kaldı.
Bu namazında niyazında, başı kapalı, bir paganist olarak gerçekten saygı ve hayranlıkla andığım hanım, TVyi ilk gördüğünde "Ne biçim şey bu oğlum? Bi' neşeli şey yok?" diye şaşkınlık ve ürküntü içinde sorular sormaya başlamıştı. Onu her hafta hac ziyareti gibi mutlak gittiğimiz Beyoğlundaki Dünya ve Fitaş sinemalarında oynayan (ve bu günkü filmlerin yanında çocuk filmi gibi kalan) filmlere götürmek istediğimizde tüm gezme özlemine rağmen, yüzünü buruşturur ve gitmemekte inat ederdi. Bendenizdeki küçümsemenin işte o anda (TV ve film seyretmeye isteksizliğini izlediğimde) tavan yaptığını söylemem gerek. Oysa TV ve filmlere gelmekte olan berbat NEyi, yani bir "gidişatı" –ailenin çağdaş ve aydın akademik bireyleri değil- o fark etmişti. Onun vefatından nerdeyse 30-40 yıl sonra bendeniz öğrencilerime (yani arkadaşlarıma) "TV ve film izlemenizi önermem" diyecek ve ne film, ne de TV izlemeyen bir hale evrilecektim.
Ailenin dangalağı babaannem yaşarken kendisini biraz hor görsem de, meğer ondan ne çok şey öğrenmişim. Benim için yön tabelası olan nice sözünün benzerlerini bir Mason locasının Büyük Üstad'ı olan, saltanatçı olsa da, Atatürk tarafından Nice'a Kültür ateşesi olarak gönderilen (ve de neredeyse taptığım) dedemden öğrenemediğimi eklemem gerek.
(Dedemi tanımak için hayatımdan gerçek bir kesiti anlattığım OBSEDE OLMA HİKAYEM adlı öykünün 2 - RUHÇU DEDEM adlı bölümüne göz atabilirsiniz.)
Babaannem, burada nice "çağdaş ve aydın" diye insülin iğnesi gösterdiğim (aslında hepsi de tabi ki dostum olan) insanlara anlatmak için –şimdiki gibi- kendimi paraladığım teorilerin işlerliğinin canlı örneği idi.
Anne tarafımın seçkin bireyleri tek başlarına –affetsinler- donlarını bağlayamadıkları için aşçı, uşak ile evi doldururken; kendisi, eşi öldükten sonra, bir başına –yarı kötürüm olduğu için evden çıkamadan - yaşadı. Tek bir sızlanışta bulunmadan hem de… Onu kişilik gücünü yıllar sonra –ona aldığımız karpuzu yiyişindeki özlemi anımsamam ile- daha iyi anladım. O dangalak dedikleri hanım, kimsenin kafasına ekşimeyecek kadar da güçlü bir karakterdeydi de...
Babaannem benim için –bendeniz dahil- çağdaş ve aydın ve de felsefeci kişiler ile, doğal diyebileceğim –genelde bizim buralarda küçümsenen- insanların farkını en yalın biçimde ortaya koymuş bir örnek olduğu için anlattım. Derler ya Seeing is believeing (Görmek inanmaktır.) Size PE yüklü bir insan portresini elden geldiğince göstermek istedim.
Babaannemin kendi farkına varmadan bana verdiği derinlere gömülü bilgiler olmasa, yaşamak zorunda olduğum bu mütevazi ilçedeki yerel insanlarla (doğal olarak çok yakın olamasa da) bu kadar iyi ilişkiler kurmaz, onları asla anlayamaz, hatta sevemezdim. Hiç unutmam; ailenin çağdaş ve aydın anne kolundan, çok uluslu bir şirketin üst düzey yöneticisi olan bir hanım akrabam, yaşamak zorunda kaldığım hayata bakarak pek derin bir gözlem yapmış ve duygularını "Ben senin yerinde olsam deliririm" şeklinde ifade etmiş bir çağdaş aydındı. :DDD Yine ekleyeyim: Kendisini çok, ama çok severim. :)
]
Ancak haklısınız; bilinç konusunda işler karışık. "Tavuk mu yumurtadan" benzeri bir durum, bu bilinç işinde de vardır. Aynı durum nörotransmiterler (NT) için de geçerlidir bence. Kabaca, NTler ruh durumunu yaratırlar, ruh durumu da NTleri. :)
Zaten "Bilinç nedir? Qualia nasıl oluşuyor?" sorusuna kuantum çağı olan Kova Burcu Çağında bile tek bir Allahın kulu (bilimcisi) yanıt verememektedir.
Bu durum dahi çocuk (artık o da bencileyin ihtiyar sayılır) David Chalmers1 tarafından Hard Problem olarak ortaya konmuştur. Bu sözler bilim dünyasında öyle tutar ki, en fazla kullanılan değimlerden birine dönüşür, giderek halka bile yansır.
(The hard problem of consciousness (Chalmers 1995) is the problem of explaining the relationship between physical phenomena, such as brain processes, and experience (i.e., phenomenal consciousness, or mental states/events with phenomenal qualities or qualia). Scholarpedia)
"Bilinç nedir, nasıl meydana gelir?" sorusunu yanıtlayamama durumumun nedeni aslında psikoloji disiplini ve nörobilimde bilincin nöron çakmaları olduğu inancıdır. Orch OR teorisyenleri dahil pek çok fizikçi "bu duygusuz nöron çakışları nasıl bilinç yaparmış" diye ter-ter tepinirler.
Finding Spirit in the Fabric of Space and Time - September 11, 2012
Most views saw the brain as a computer with one hundred billion simple, dumb neurons interacting together to produce something intelligent and conscious. I thought each neuron at the level of its microtubules had significant information processing and intelligence. I had a hunch that microtubules were “Nature’s computers.”
Traji-komiktir; bilinç gibi "hard" bir kavram hakkında -bilinç altı/üstü/ortası benzeri hem bölücü, hem zırnık deneyselliği bulunmayan (bad-ı heva olsa da, Baltalı İlahların kelamı gibi diz çöktüren) laflar yerine; dişe dokunur, ele gelir, az-biraz ampirik teorileri psikolog ve nörobilimciler değil, teorik fizikçiler ve parçacık fizikçileri ortaya koymaktadır artık. :D
(Bu baltalı ilahlar hakkında detaylı bilgi edinmek için Tutsak Evren ve Sınırın Ötesi adlı kitabımı okuyabilirsiniz.) Site üyelerine ücretsiz.
Herneyse... Sonunda fizikçiler ETC teorilerini ortaya atarlar.
(ETC teorileri ve bilinç hakkında bilgi edinmek adına 3. Bölüm: ELECTROMAGNETIC THEORIES OF CONSCIOUSNESS (ETC
Elektromanyetik Bilinç Teorileri) adlı makalemi okuyabilirsiniz.)
Bunlar derler ki, "Söz konusu nöron çakışları bir EM alan oluştururlar. Bu alan, standart bir EM alan değildir. Bilinçlidir! Nöronlardan gelen digital bilgiler beyince entegre edilir, bir alan meydana gelir. Bu alana CEMI alanı denir. Yani bilinç, standart nörobilim ve psikolojinin üzerine kurulduğu şekli ile "bilinçsiz" bir mekanizma değildir; "bilinçli bir şeydir". :D
ETC teorisyenleri Hard Problem'a da çözüm bulduklarını ileri sürmektedirler; onu da dipnot olarak fısıldayayım.
Sonra QM teorileri ortaya çıkar ve onlar da derler ki, bu bilinçli bilinç, algıladığı her bir şeye göre bir evren yaratır.
(Bu konularda bilgi edinmek adına
adlı makalelerimi okuyabilirsiniz.)
Yani şu anda sorunuza cevap vermiş oldum:
- Modern bilime göre bilinç, beyinde bazı kuantum olayları ile meydana gelip "bilinç kazanan" :) elektriktir.
- Bu bilinç pek çok şey algılamaya başlar.
- Bu bilinç algıladıklarına uygun yapıda evrenler var eder… ve bunları algılamaya koyulur. :DDD
Sorunuzda yer almasa da iki lakırdı etmeme izin verin. Aldık bir kere sazı elimize, pop müzik listelerine girmeyen parçaları tımbırdatmasam olmaz.
ETC teorileri bilim dünyasında lanetlenir. (Abarttık tabi ki, bilinciler kibar adamlardır, "pek sevilmez ve kıyasıya eleştirilir" diyeyim.)
Ama bir gün Pockett diye bir bilimkadını ortaya çıkar ve tek başına, ETC teorilerine zıt çıkan bilimadamları ile mücadeleye başlar. (Cinsiyetçilik yapmıyorum; bir yanda tek bir kadın var, karşısında bir sürü erkek, sadece bunu vurguluyorum.) Nörobilimcilere "Bunları (ETC teorilerini) söylemeyi yasaklamak için akademik çevrelerde tabular var ettiniz" der … ve "Sizler her şeyinizi -çoktan hatalı olduğu ortaya çıkan- Newton fiziğine bağlıyorsunuz" diye devam eder (sözler kendine aittir).
Dahası; kendinin de bir teorisi vardır. Bu teoride bir "evrensel bilinç"ten söz etmektedir. "Pockett, EM alanının evrendeki her bilinçli varlığın duyumlarını, algılarını, düşüncelerini ve duygularını deneyimleyen evrensel bir bilinç içerdiğini öne sürer."
Bize göre Pockett, tıpkı "Mikrokozmosun derinlerinde Platonik değerlerle yüklü (mutlak iyi) bir alan var" sözleri sahibi Hameroff gibi tanrının varlığını kanıtlamak için dev adımlar atmış bilimcilerdendir.
Demek istediğim şu arkadaşım: Bilincimiz, "bilinç kazanan EM alan ile algılayarak evren yaratıyor" ya (tam tavuk/yumurta :DD ); bu "yaratısında" sadece algılama yok… bir de "evrensel bilinç" adı verilen ve ne olduğu anlaşılamayan (bizce İyicil Yaratıcı ya da Ana Alan olan) bir şey var.
Aynı durumu –yine dahi parçacık fizikçilerinden- Bohm (ve De Broglie) de ortaya dökmüştür. O da Pilot Wave (Pilot Dalga) teorileri ile demektedir ki, çok kabaca, "dalga fonksiyonunu yöneten bir pilot dalga var, ne yaparsan yap (nasıl algılarsan algıla) bu değişmiyor, tam belirleyici değil, ama yine de yönlendirici."
İşte –bize göre- yediğimiz tüm herzelere rağmen Büyük Yırtılma'nın gerçekleşmeme nedeni bu –yine bize göre- tanrısal koruyuculuktur.
Ona bazı kişiler doğa derler. Biz tanrı diyoruz. Orch OR teorisinin yaratıcılarından olan Hameroff "Spiritual practices allow you to dive deep and become immersed in the quantum Platonic world of spacetime geometry. You could call it God if you wanted to" demektedir.
Yani Hameroff demektedir ki, "Spiritüel çalışmalarla bir dünyaya dalarsınız, onun parçası olursunuz. Burası bir mikrokozmos katmanı olan ve bütünü ile iyi denilebilecek değerlerden yapılı bir yerdir. İsterseniz oraya Tanrı diyebilirsiniz."
(Yetmiş üç yaşında hala zımba gibi olan Hameroff, kendisi doktor olduğu halde, ateistler ve nörobilimcilerle kıyasıya mücadele eden; "onların arasına dalan bir kokarcayım" sözleri ile kendi ile dalga geçebilen, matrak ve ilginç bir kişiliktir.) Ama bize göre onun sözlerini (bu kadar "tanrıyı tanımlayan bilim adamından söz ettim Deepak Chopra'yı da ekleyeyim, "Chopra'nın teorilerini de" diyeyim) ateistler de rahatça benimseyebilirler; çünkü kimse o alanın bilinçli olduğunu (ya da dinlerdeki tanrıya benzerliğini) iddia etmemektedir. Yani iyilik vardır… temeldir… ama isteyen onu bilinçsiz bir katman olarak görür, ateist takılır. Dileyen onun bilinçli olduğunu düşünür ve imanlı olur.
En küçük dertte "uzmana koşan" kişiler bilmezler ki sistemlerinde gün içinde kaç yüz kere o pilot dalga tarafından tedavi edilmektedirler. O dalga, en bi' felsefecilerin olduğu kadar, babaannem gibi kimselerin de yanındadır, hatta babaannem gibi kimselerin daha bir yanındadır; çünkü onu engelleyen "farklı" (kendini yiyen :) ) düşünce modeli babaannem, demirciler, kömürcüler, benim alt kattaki pazarcı komşum gibi kişilerde yoktur.
Ve zortlayan zurnamızı iyice öttürelim: Pilot wave teorisinin sahibi Bohm büyük adamdır. Sistemimizi üzerine bina ettiğimiz teorileri vardır.
722 Teorisi Pozitif Enerji Eğitimi – II Dönem - 9 - 1.11 - Bohm ve Implicate Order
Bohm, “Rölativite ve kuantum teorileri çok daha derinlere gizli bir yerin varlığını işaret etmektedir” düşüncesini ortaya atar. Evrende bilinenden, kabul edilenden çok daha derin (yani kuantum uzayından da derinlerde) bir katman olmalıdır!
Bohm, derinlere “en temel olan bölünemeyen bir tamlıktaki düzey”e Implicate Order (IO) yani “örtülü düzen” adını verir.
Harika!
Harika da, bunları söylemiştir de ne olmuştur?
Pek bir şey olmamıştır. Dışarda trafik aynı hızda akmakta, salgınlar aynı hızla başlayıp bitmekte, insanalar aynı biçimde aşık olmakta… yani teorinden önce dünyada ne kadar acı ve sevinç varsa, teorisinden sonra da aynı miktarda bulunmaktadır.
Ama durun! Çok önemli bir şey olmuştur: Amiyane tabiri ile Bohm "kafayı sıyırtmıştır". Kendi izni ile şok tedavisi görecek kadar hem de…
Sevdiğim (ama pek önermeyeceğim) Fernat's Room (Kapan) 2007 adlı filmde, filmin kahramanı dört matematikçi (içlerinden biri kadındır), bu güne dek çözülemeyen bir teoremin peşine düşerler. Bunlardan biri diğerlerine göre bize benzer, yani biraz "cavalacoz"dur. Zaten bu üç dahi matematikçi arasına biraz zor (bir kadının yardımı ile) girer, arada sırada (kütüphanede araştırma yaparken bile) cep şişesinden demlenmektedir.
Editörün notu:
Buradan sonrası spoiler içerir.
Film boyunca bu dört bilimci bazı tehlikeler atlatırlar; filmin son sahnesinde işler sonuca bağlanmıştır; çözüm bir dosya şeklinde ellerindedir ve bir sandaldadırlar. Ortam gecedir. Gökte –kadın matematikçinin dikkat çektiği gibi- güzel bir yarımay vardır. Yorgundurlar.
İçlerinden biri dokümanı gösterip "Onunla ne yapacağız?" diye sorar.
Düşünmeye başlarlar. Çeşitli olasılıkları değerlendirirler… Kararsızdırlar. Ne yapacakalrı büyük bir problemdir.
Ama o az-biraz cavalacoz bilimadamı birden kağıtları kapar ve aniden suya atar.
Bilimadamlarından biri dehşet içinde "Ne yapıyorsun?" diye bağırır.
Cavalacoz ise yanıt verir:
- Problem çözüldü.
Kadın matematikçi gülümser. Dehşet içindeki bilimadamı ise "Ama neden?" diye sorar; "O attığın şey iki yüz elli yıldan beri çözülmeyen bir problemin çözümüydü."
Sonra daha yüksek sesle haykırır: "Bunu dünyaya nasıl yaparsın?"
Cavalacoz ise sakince bir sağına, bir soluna bakar ve konuşur:
- Dünyada bir değişiklik yok.
:D
Filmin gidişatından bellidir: Güzeller güzeli kadın matematikçiyi -çok popüler, çok yakışıklı, çok karizmatik, çok ünlü olan değil- kendisi kapmıştır. ;-)
DİP NOTLAR
[1]
Felsefeci Chalmers da Hameroff gibi ilginç biridir ve biraz kendime benzetirim (muhteşem beynini değil tabidir ki, farklılıkları üstlenişini benzetirim). Ellisini geçmiştir. Dahi bilim adamı olarak büyük saygı görmektedir.
O ise saçlarını uzatır (son yıllarda kesti) hala metal müzik yapar, berbat sesine aldırmaz, mini konserler verir. :)
Felsefeciler de şeytan-ür racimin kimseler değillerdir. İyilik her yerde tezahür edebilir. Ancak hala da bazı zeminler çok kaygandır ve yüksek oranda düşüp –en azından- bileği burkma tehlikesi içerirler.