Benim sorum su:yapmak istegimiz bir ise baslama (aktivasyon) enerjisini bizden hangi negatif enerjiler sömürür? Ve Ikinci sorum da NE celp eden davranislari detayli olarak anlatabilir misiniz rica etsem? Ben artik kaderimi kendi elimle bozmak istemiyorum,yapici degisiklikler için elimden geleni yapacagim. Kötülük nedir tanimak istiyorum bence bilmiyorum çok fazla. Evet baskasina zarar vermek kötüdür peki ya dengesizlik? O da çok büyük bir NE?? Sizden ney daha kötüdürün, kendi kafanizda tanimini duymak istedim.
bebeginizle sevdiklerinizle size mutluluktan kahkhalarla yerlere yatacaginiz anlarla, huzurdan gözünüzden yaslar akacak güzelliklerle dolu günler dilerim🌸sevgilerle.
YANIT
Merhabalar cici hanım. :)
Makroda yaşamanın kolay olduğunu hiç savunmadım. Bu zorluklar içinde bunaldığımızda sınırları belli, uygular uygulamaz sonuç alacağımız, kesin ve net çözümler bekleriz. Kimimiz bu arzusunu elde etmenin kesin çözümünü majikal metotta arar; şu saatte şunu çiz, şunu söyle, şunu yak… ve sonuç al, yani istediğine kavuş benzeri uygulamalar bekler.
Oysa böyle bir yol, çözüm, sistem yoktur.
Bu yüzden biz eğitimlerde "sistemin çalışma prensibi"ni aktarmayı hedefleriz; çünkü mantığı kavrayan, kendine özel (beynine/bilinç yapısına en uygun) yolu bulacak, özgün (kendi beynine özel) sistemi var edecektir.
Pozitif enerji ortamında da aynı durum geçerlidir. Kesin bir çıkış yolu yoktur. Çıkış yolu, parmak izi sayısı kadardır. Buna karşın biz bir genel formül geliştirdiğimize inanıyoruz. Bu formül ise "İstediğini yap ve istemediğini yap" formülüdür.
İstediğini yap; "beyninin serotonin/dopamin sistemlerini tetikle" yani "korkma, kendini şımart"tır. İstenen şey genelde ihtiyaç olan şeydir.
İstemediğini yap; "korku adlı ifritin çizdiği sınırları yar, sil" manasındadır.
İlk yol da göründüğünden zordur; çünkü insanlar -kültürel araçlarla bütünü ile insan yapısına ters yönlü doğruların empoze edilmesi ve illaki bu doğrulara uyulma mecburiyetinin dayatılması ile- isteklerinin yanlış olduğuna inandırırlar. İstekler genelde suçluluk duyguları ve ayıp/günah baskısı ile engellenir. Ayıp ve günah kavramları tabidir ki vardır… ama her zaman yaygın biçimde sunuldukları şekildeki şeyler değillerdir.
İstenen ve yasaklanan şeylerin en geneli meslek ortamında ortaya çıkar. İnsanların ezici çoğunluğuna istedikleri (kendilerine uygun) meslekler yasaklanır. Her gün istemediği işlerle uğraşma zorunda kalacak insanın NEsidir avlanmak istenen.
İstenmeyen işler ise karakter bazlıdır. Bunları istememe nedenimiz makroda çökmemize neden olan karakterimizdir (negatif yanımızdır). Oysa evrim (güzel bir hayat) sadece bu istenmeyen işleri İSTEKLE yapabilecek karaktere evrilmemiz ile elde edilir.
Cümlelerinize gelelim.
" yapmak istegimiz bir ise baslama (aktivasyon) enerjisini bizden hangi negatif enerjiler sömürür?"
Soruyu minimize ederek "isteksizlik"ten söz edeyim.
Bir işe başlayamamanın bir nedeni o işin kişinin "istemediği iş" olması, diğeri "istediği ama yasaklanmış iş" olmasıdır. İlkindeki isteksizliğin gerisinde ruhsal acı duyma korkusu vardır; ikincisinde ise "yaparsam kaybım olur, cezalandırılırım" inancı.
Bu iki sistem içinde "edeplenen" insan sonunda pes eder; çıkış noktasının olmadığı zannına ulaşır. Bu güçlü "kanı" ile beyinde engelleyici NTlerin yayılması bir çeşit "sistem"e bağlanır. Bu durum aslında basit bir "İNANCA BAĞLI BEYİN ALIŞKANLIĞI"dır. Nedeni ise aslında (özde) kişinin içinde olduğu hayatta ruhsal açıdan rahatlık ve doyuma ulaşamayacağını görmesidir. Söz konusu farkındalık ümidi kırar, beyinde anılan NTler o kadar salgılanır ki; bir "salgılanma alışkanlığı" (neural pathway) var olur.
Dileyen bu BASİT duruma janjanlı adlar takıp "aman ne de bilimselim, yani akıllıyım, bu demektir ki harikayım"a yatabilir. :DDD Ama uyanık olan (gerçekten zeki olan) etrafına (beyninde etrafına) dikkatle bakar ve onu basit işlerle nasıl köşeye sıkıştırdıklarını FARK EDER. Bu noktaya gelince ise kolayca "Bana geçirmeyeceksiniz"e bağlar ve elini taş altına soka-soka bu devreden kurtulma çözümü arar. Taş altında böcekler de vardır, hazine de… Böcekler, acılardır. Örneğin çıkış, adı üzerinde, pek çok değer verilen şeyi geride bırakmakla ilgili olabilir. Ama hala da hazine taşların birinin altındadır… bir diğer deyişle farklı yerde, ilerdeki farklı mekandadır.
İsteksizliği yenmenin bu yüzden tek bir yolu yoktur; çünkü isteksizlikleri var eden engellemeler, her bir kişinin özgün beynine özeldir.
Yine de beni okuyanlara pratik bir metot vereyim: Eski dilde "eline kağıt kalem alarak", ya da günümüzde eline tableti alarak veya bilgisayarda bir doküman açarak, "Ben ne yapmak istiyorum?" ve "Ben ne yapmak istemiyorum?" ları EN AZ BİR AY BOYUNCA not edin. Savsaklamayın. İşi ciddiye alın. Yeterli süre sonunda yazılanlardan alınan bileşke, büyük olasılıkla çözümü verecek, en azından fısıldayacaktır.
Somut örnek vereyim:
Deplasmana gitmek istiyorum, Pazar aile brunch'ına gitmek istemiyorum;
her ay bir ayakkabı almak istiyorum, moda diye kısa paça pantolon giymek istemiyorum.
Ya da,
PAzar günleri ailece kahvaltı etmek istiyorum, arkadaş gurubu ile tatile çıkmak istemiyorum;
paramı kıyafete harcamak zorunda olmak istemiyorum, ucuz olsa, moda olan en çılgınca şeyleri hemen yapmayı istiyorum.
İstenen ve istenmeyen işler parmak izi sayısındadır. Bunlara -tabidir ki makul sınırlar içinde- saygı duymak gerekir.
Hiç kimse sıkıştırıldığı "doğrular" köşesinde istekli olamaz. Bunun nedeni kişinin -sanılanın aksine- ruh hastası OLMAMASIDIR. Bunalma ve isteksizlik, sağlıklı bilincin uyarısıdır da…
Bize göre çok gereklidir, iyidir, şahanedir diye servis edilen "bağlantılar" birer tuzaktır. Bu bağlantılar, yani diğer kişilerle farklı alanlardaki ilişkilerimiz, kaderimizin yanlış biçimde var olmasının önemli nedenlerindendirler; çünkü hepimiz, bu yanlış düzenin fark etmeden birer savunucusuyuz. Tabidir ki insanların birbirine ihtiyacı vardır. Bu kesindir. Tabidir ki eşleşme, gereklidir ve kutsaldır. Ancak söz konusu kavramların sınırları çok dikkatlice çizilmelidir.
Herkes gerçekte yalnızdır.
Aslında "Yalnız" kelimesi son derece itici ve GERÇEK DIŞI bilgilerin yüklendiği hatalı bir tanımdır. Herkes "bir başınadır". (Bu sözcüğü kelime hazneme, bir hanım arkadaşım katmıştır.) Bu YAPI -ki, yalnız doğup, yalnız ölmek, inancımızın kanıtıdır- ASLA değiştirilemez. Anılan yapı sakinlikle görülüp benimsenebilirse, ayak bağları çözülecek, bilekteki güllelerden kurtulunacak, gerekli "bağlanmalar" ince sicimlerle, zamanı gelince çözülecek şekilde oluşturulacak, o sicimlerle yeni bağlantılar var edilecek ya da motifler dokunacaktır. "Sosyalleşme" adlı bir kavramın sürekli insana iteklendiği ve milyonların buna inandığı bir ortamda pek çok insanın birbirinden bıkması, sürekli tartışma ve çekişme içinde kalması, insan topluluklarının aslında "NE pompalama merkezi yığın"a dönüşebildiğinin kanıtıdır. Ekolümüzdeki "birleştirme" adlı ultimate aim, insanları anlamsızca yan yana getirmekle ilgisizdir.
Bizim sistemde "tek kişilik balo salonu" adlı bir kavram vardır. Oraya sadece "ben ve kendim" adı verilebilecek iki kişi girebilir. O salonun kapısını bulan ve içeri giren, kendini, kendi ile birlikte muhteşem bir baloda bulacaktır.
Ancak hayat bir süreğen balo değil; bir okuldur. Sanılanın aksine, aşk olunan kişiler ve seks eşleri bile o balo salonuna giremez; çünkü bunlar da DIŞARDAKİ okulda yer alan birer derstir. Her pazartesi istek ile okula başlamanın yolu ise sadece o balo salonunu bulanların ayrıcalığıdır. Onlar gerekli iletişimleri, dokunuşları, bağlanma ve dokumaları kendilerini yönetecek yularlara çevirmemeyi beceren; şart olan eğitimi kendilerinin var ettiği müfredat programlarına göre alan kimselerdir.
"Ben artik kaderimi kendi elimle bozmak istemiyorum,yapici degisiklikler için elimden geleni yapacagim."
Kişisel gelişim kitaplarını çok mu okudunuz tatlı hanım? :) İnsanlar nadiren bir şey bozarlar ve hep bozarlar! Yani bozma nedenleri, kendilerinin öz kimliği değil; yanlış şeylere inandırılmışlıkların yönetiminde olmaktır.
Size iki şey önereceğim:
1 - Bir başınıza olduğunuzu kabul edin. Bağlantıları makul bağlamalarla, gerekince kolayca çözülecek şekilde yapın.
Yani İSTEMEDİĞİNİZ ŞEYİ yapın. :)
2 - Korkmadan, hesap vermeden, hayatın içinde KENDİNİZİ YAŞAYIN.
Yani İSTEDİĞİNİZ ŞEYİ yapın.
Hayır; istediğiniz şeyleri yaparken başınıza hiçbir olumsuz iş gelmeyecektir.
Eğer;
diğer insanların alanına girmezseniz,
onlara GERÇEK ve KÖKLÜ bir saygınız varsa,
onları -pop kültürde abartıldığı gibi değil- mantıklı ölçüde sevebiliyor ve anlayabiliyorsanız,
ve "bir başınalığı" görüp üstlenebilmişseniz (o balo salonunun kapısını bulanlardansanız)
insanlarla olan sorunlarınızın sihirli şekilde minimize olduğunu göreceksiniz.
" Kötülük nedir tanimak istiyorum bence bilmiyorum çok fazla."
Kötülükten sakınmanın EN KOLAY yolu, böyle bir şey olmadığı, sadece hatalı (erdemsiz) davranışların bulunduğunu kabul etmektir. Kimi erdemli inançsızlar Cennet'e ürkütücü cezalar veren bir tanrının varlığına inananlar ve ondan korkarak yaşayanlardan yakın olabilirler. Suçluluk, endişe ve korku duygularından başka kötülük yoktur.
[Yahveh dinleri, iyilik kisvesinde bunları empoze etmek için vardır. İki baş peygamberleri (ve diğer alt peygamberleri) sıkıntılar, hatta acılar içinde var olurken; Hz. Muhammet gayet güzel bir hayatı, güzel bir erkek olarak ve bu güzellikleri dağıtarak yaşamıştır.
]
" peki ya dengesizlik?"
Bu güzel bir soru… Bizim sistemde denge HER ŞEYDİR.
Denge nedir?
Denge her şeyden birden olmaktır. :)
Taraf tutmamaktan, yedi kralla barışık olmaya,
her yemekten bir lokma almaktan, herkese yemek (hayatta yer) vermeye,
her görüşte bir doğru olduğuna, hatta her politik iktidarın/liderin birkaç güzel şey, birkaç kötü şey yaptığına inanmaya,
bize benzemeyene göz kırpmaya, benzeyen ile kol kola girmeye (ama düğümler atmamaya ;-) )
ulaşan bir spektrumda yaşamaktır denge.
Denge, zıtlıkların (bölünmüşlüklerin) karılması (birleştirilmesi) sonucu oluşan bir durumdur. Dalgalanmalar (quantum fluctations) artık bitmiştir. Sükun başlamıştır. Bu sükun, aslında -makro beyinli bizlerin beyninin basmayacağı- doyumsuz bir eğlencenin başlangıcıdır. Bu anlarda beyin, şahane bir kadınla/adamla seks yapmış, uğraş verdiği işte başarı elde etmiş, muhteşem bir armağan almış, aşık olmuş gibi bir dalgaboyundadır.
O dalgaboyudur Cennet… bir yere gitmeyi (yani ölmeyi) beklemeye gerek yoktur. Ama Dünyada elde edilecek o doyumsuz dalgaboyu, aslında diğer alemdeki orijinalinin suyuna tirit modeldir.
" bebeginizle sevdiklerinizle size mutluluktan kahkhalarla yerlere yatacaginiz anlarla, huzurdan gözünüzden yaslar akacak güzelliklerle dolu günler dilerim🌸sevgilerle."
Ne güzel sözler bunlar! Ne yaratıcı! Ne pırıltılı!
[Işık ne kadar bet ise, pırıltı o kadar kutsaldır. Pırıltı fosfordur. Fosfor mitolojide Phosporus adlı tanrıdır ve latince Lucifer'dır. Lucifer, Katoliklerin elinde -tıpkı yılan gibi- kötü olmuş, öncel bir iyilik tanrısıdır. O sabah Yıldızı… yani VENÜS'TÜR. :)
Beyinde fosfor son derece gerekli, dost bir elementtir.
(Editörün notu:
Bu konuda bilgi edinmek için Janus'un SELAMÜN ALEYKÜM ve ŞEYTAN - 3. Lucifer/Şeytan... Yani Venüs!
adlı makalesini okuyabilirsiniz.)
]
Konuyu artık dağıtacağım. Buradan sonrası sorunuzla ilgili değil. :)
Bizim dünyada kadında seksilik, gençlik, zenginlik, zeka -özellikle eş seçiminde- fazla önemsenmeyen detaylardır; çünkü kadın, gerçek kadın, mutluluk veren ve kurtarıcı cins olan kadın, en özgün biçimi ile Venüsyendir. Lucifer'ın Venüs olduğu anımsanırsa kadınların neden bu kadar bastırılmaya çalışıldığı anlaşılabilir.
Venüsyen olmak "dişi-enayi" olmak değil, GERÇEK savaşçı olmak, yani kötülüğe kötülüğün silahları ile sözde karşı koyup onu abartmamaktır. Yıldırımlar (Yahveh kendini böyle, yıldırım olarak tanımlar) denize tesir edemezler.
(Editörün notu:
Yahveh ve diğer baş tanrıların benzerliği, ışık, yıldırımlar ve Hava elementi hakkında bilgi edinmek için Janus'un Tutsak Evren ve Sınırın Ötesi adlı kitabını okuyabilirsiniz.
Site üyelerine ücretsiz.)
)
Ama deniz tanrıları hep tanrıçadır.
Hayır; Poseidon evrenin BÖLÜNMESİ (Big Bang) sonrası evren paylaşımı ile (yani SONRADAN) denizin YÖNETİMİNİ almıştır. Deniz değildir.
Antik mitolojilerde ise aşk tanrıçaları (ki Ana tanrıçanın emanasyonlarıdır), HEM AŞK, HEM SAVAŞ TANRIÇALARIDIR. :)
Kadınlar erkek gibi değil, gerçek savaşçılardır. Onlar savaşmanın anlamını (içteki birikmiş enerjiyi boşaltmak olmadığını, anlamının sadece kötülüğü DOĞRU ŞEKİLDE yok etmek olduğunu) bilen savaşçılardır. O yüzden kötülük EN BAŞTA onlarla uğraşır… ama "savaşçı" erkekleri kayırır.
Venüsyen olmaktan korkmayın hanımlar. Yukarıdakinin sizi gerçek hasletlerinizden ayırmasına izin vermeyin. Gücünüz, ORİJİNAL kadın olmakta… ikinci sınıf bir taklit değil.
İndirin yumruğu, "Ben böyleyim… ister salak de… ister kezban diye köşeye tıkmaya çabala, ben sen değilim… ben senden farklı, kadın adlı cinsim. Kendine benzer arıyorsan, eşcinselliği dene. Bu ayıp değil." deyiverin. :DDD
Ve sakın hemcinslerinize Kezban mezban gibi pis etiketler atanmasına izin vermeyin. Kapalısı, açığı, FAHİŞESİ, kezbanı ile kol kola -erdemlerle- ilerlemenizi engelleyemesinler. Bizler, erkeklik adlı farklı hasletlerimizden ödün vermeden, zor anlarınızda, kabul ettiğiniz, talep ettiğiniz kadar yanınızdayız.
Hemcinsim kardeşlerim: Kadınları taşıyın… onları besleyin… VEREREK benzersiz şekilde güçlenecek, DAHA erkek olacak, daha tatmin dolacaksınız…
Neden mi?
Basit: Çünkü erkeksiniz. :)
Yapımız, özgün ve unutturulmaya çabalanan yapımız bu. ;-)
Kadın taşınır ve besler; taşındığı ölçüde dişileşir.
Erkek taşır ve beslenir; taşıdığı ölçüde erkekleşir.
Türk aile yapısı buydu… Bunu da "batılı" kıldılar. :)
(Eşleşmek için resmi aile, ya da aile adlı kurum şart değildir.
Eşleşmeyi resmi aile, ya da aile adlı kurum olarak algılamak da hiç bir şekilde bir yanlış değildir. Bir seçimdir.)