MAJİKAL GEÇMİŞİM
ÇOCUKLUĞUM
|
GRUBA GİRİŞİM
|
VE SONRASI...
Yazı: |
|
ÇOCUKLUĞUM
Ezoterik sanatlara bulaşmış bir aileden gelmekteyim. Büyük dedem (dedemin kardeşi) bir gazetede fal-büyü makaleleri yazan, dünyanın dört yanını gezmiş bir büyücü; dedem ise spiritüalistti.
Evimizdeki toplantılara sonradan peygamber ilan edilen Bedri Ruhselman'ın kaç kez konuk geldiğini biliyorum. Anneannem böylesi gecelerde ev halkını üst kattaki odalara toplardı korku ile. (Evimiz -şimdilerde İstanbul'un iş merkezi olan, ama o zamanlar sadece bahçeli evlerin yer aldığı bir semtinde- iki buçuk katlı bir vdi. Doğduğum evi görün!) Ouja Board (ruh çağırma tahtası), ortada gezen, bir mutfak aleti kadar olağan bir objeydi ailemde.
Majiye ilk adımım ben doğmadan önce vefat eden büyük dedemin bana miras bıraktığı(!) 1931 baskılı bir büyü kitabı ile başladı. Toute La Magie ile…
Kitap elime henüz on dört yaşındayken garip biçimde geçti: Bahçeli evimiz satılmış, bir apartman dairesi olan diğer adresimize temelli taşınmak için hazırlıklara başlanılmıştı. Yıllarca fazlaca el sürülmemiş çatı katı toplanacak, ev yapıldı-yapılalı kullanılmadıkları için oraya biriktirilen eşyalar tasnif edilecekti.
Benim için heyecan verici bir deneyimdi bu; çatıya çıkan merdiven tekinsiz göründüğü için oradaki odalardan hep çekinmiştim. İşin garip yanı, yıllar sonra teyzemin de çocukluğunda aynı duyguları hissettiğini söylemesiydi.
Taşınma öncesinde ise çatı katının gizemine, "gündelik yaşam" olarak adlandırılan enerji hakim olmuştu artık. Anneannem, iki yardımcısı ve pratik ruhu ile "tavanarası"na girmiş; köşe bucağa yıllarca gizlenip bizleri korkutmuş bilinmezlikleri örümcek ağlarından önce temizleyivermişti. Onun için zorlu düşmanlar, gölgelerin ardındaki ne olduğu bilinmez şeyler değil; toz, pislik ve haşere idi. Bu kıpır kıpır ortamın verdiği rahatlığa kapılıp, "mutadım hilafına" temizlik işine karıştığımı anımsarım.
Uyumakta oldukları yerlerden, yeniden gün ışığına çıkan eşyalar içinde hatırladıklarım; kovboy filmlerinde posta arabalarına yüklenenler benzeri kutular içinde onlarca şapka, otrişler, naftalin kokulu bir dolu palto, içine kömür konan cinsten ütüler, antika bir lavman makinesi, uçlarında kozalak süsler bulunan metal karyola başlıkları, içinde ne olduğunu bilmediğim üç-dört sandık, pirinç hoparlörlü bir gramofon, onlarca taş plak ve yüzlerce kitaptı. Hoparlörsüzünü ve bazı taş plakları kullanma şansına eriştiğimi ekleyeyim. Örneğin: My Own... Buttens and Balls... La Mer... Besame Mucho... Ne kadar dinledim bu parçaları taş plaklardan.
Kitaplar, kitapsever ailemin üyeleri tarafından tek tek elden geçti. Bir kitap ise doğrudan bana verildi; çünkü büyük dedem kitap üzerine "doğacak torunuma vasiyetimdir" diye bir not iliştirmişti. Yüzlerce tozlu kitap arasından kitabı bulan teyzemin onu bana gülerek "Efendi amcabey severdi şaklabanlığı…" sözleri ile verdiğini hatırlıyorum. Teyzem durumu eksantrik amcasının tatlı bir esprisi, bir diğer şakası olarak algılamıştı… Amca beyin şakaları meşhurdu: Camiye gizlice girip, minareye çıkıp, imamdan önce ezan okuması; beslediği kediler ölünce her birini bir saksıya gömüp ev değiştirdiğinde bunları yanında taşıması; üniversite diploması olduğu halde, gazetecilik, güzellik uzmanlığı ve falcılık/büyücülük dahil, akla hayale gelmez bir dolu işe girip çıkması... Onu hiç görmemiş olsam da, dedemin çalışma odasının duvarında asılı olan resminden tanıyordum.
Kitabı elime alır almaz hayatımda bir sayfa açıldığını anladım: Maji! Güç! Her istediğine sahip olma erki!
İşte istediğim buydu!
Ne yazık ki kitap Fransızcaydı, üstelik hayli ağır bir dille yazılmıştı. Annem İngilizce biliyordu, teyzem Fransızca bilse de tercüme edemedi, dedem gözlerinin yorgunluğunu öne sürerek çevirmeye yanaşmadı. Sık sık teyzeme gidip yalvarmayı, birlikte bir masa başına geçip onun kalın lugatlardan yardım alarak, hiç anlamadığı majikal terimleri çevirmeye çalıştığını ve anlamadığım şeyler söylediğini hatırlarım. O yaz, Fransız okullarında okuyan iki ayrı arkadaşıma verdim Toute La Magie'yi. Kitap haftalarca onlarda sürünse de ikisi de çeviremediler.
Sonuçta okuyamadım kitabı! Belki yazılanlara bir türlü ulaşamamam, belki de kitaptaki gizli bir elektrik, ya da amca beyin ölüm ötesinden yolladığı enerji nedeni ile onu okumak bende tutku biçimine dönüştü. O günden sonra bakla falı bakan gündelikçi hanımdan, kuzenimin götürdüğü falcıya dek, maji bildiğinden dem buran herkese askıntı oldum. Büyü konusunda her -kusura bakmayın- "süprüntü" kitabı aldım.
Kitapları alsam da, büyücülük olarak hiç bir sonuç alamadım.
On yedi yaşıma geldiğimde kitabı bir çevirmene tercüme ettirmekten başka çare olmadığını gördüm.
Ancak bu iş hayli masraflı olduğu için biriktirdiğim para ile sadece bir bölümü tercüme ettirebildim. Çeviriyi elime aldığımda içimin titrediğini hatırlıyorum. Heyecanla göz attım yazılanlara… Tam beklediğim gibiydi içerik! İstediğim kızı saat kaçta, ne giyerek, ne diyerek, ne yakarak, ne yazarak elde edeceğim detaylı biçimde anlatılmıştı. "Geniş kanatları boşlukta simsiyah uzanan" ama bu kez ölüme değil, farklı diyarlara uzanan kapı sonunda açılmıştı önümde. Böylece majikal dünyaya adım atıyordum sonunda.
Oysa tabii ki büyülemeye çalıştığım kızları elde edemedim.
Sonraki yıllarda birkaç yabancı kaynaklı kitap bulabildim. O devirlerde bu kitapları sadece Sander ve Hachette kitapevleri satıyordu ve maji hakkındaki kitaplar çok ender geliyorlardı. Kitap sayısı üç adeti geçemediği için içlerindeki bilgiler yine yeterli gelmedi. Müziği bilinmeyen bir dansın adımlarını ezberlemek gibiydi içinde bulunduğum durum. Gerekli müzik ise saklıydı bir yerlerde.
GRUBA GİRİŞİM
Bir gün –o zamanların en popüler aktüalite dergisinde- bir söyleşi gördüm. Türkiye'de "icra-i sanat" etmekte olan bir majikal grup hakkındaydı bu röportaj. Kelimelerle ifade edilemeyecek kadar etkilendim bu haberden. Röportaj veren (ama yüzleri kapalı olan) grup üyeleri belli ki entelektüel birikimleri olan kişilerdi. Konu hakkında derin bir bilgiye sahip oldukları sözlerinden kolayca anlaşılıyordu. Ayrıca asi tavırları, pervasızlıkları ve karanlık yanları beni büyülemişti.
Bir kez daha, ama biraz farklı şekilde, aynı şeyi düşünüyordum: İşte, istediğim tam da buydu!
Dergi ile iletişime geçip, uzun paslaşmalar sonucu yazdığım mektubun onlara iletilmesini sağladım. Endişe içinde geçen 10-15 gün sonunda yanıt geldi! Grubun lideri ve üst düzey iki kişiden oluşan üç kişilik bir grup evime gelip benimle "tanışacaklardı".
Aslında tabii ki sınayacaklardı.
Sonunda görüşme gerçekleşti. Dergideki yüzleri kapalı resimlerine haftalarca baktığım kimseler karşımdaydılar!
Ancak hiç biri beklediğim gibi garip giysili, tehlikeli tavırlı, vampire benzeyen kişiler değillerdi; bunlar kültürlü, şık, seçkin adamlardı. Doğrusu beklediğimi pek de bulamamıştım.
Asıl yıkıcı bombayı ise konuşmamızın ilk dakikalarda patlattılar: Dediklerine göre ortada grup ya da gizli bilgi bulunmamaktaydı. Hepsi maji ile amatör düzeyde ilgilenen meraklılardı; yani benden bile geriydiler. (O zamanlar kendimi müthiş bir büyücü olarak görürdüm! Ama garip giysilerim, takılarım ve geceleri sürekli yanan oda ışığım dışında "sokaktaki adam"dan fazlaca farkım da yoktu!) Söyleşiyi ise aralarından birinin arkadaşı olan muhabirin hatırına kabul etmişlerdi. Gülerek "gazetecileri zengin etmekten başka anlamı yok o röportajın" demeleri son noktayı koydu.
Düş kırıklığım büyüktü.
Başladığım yere dönmüştüm.
Ancak birkaç gün sonra gelen beklenmedik bir telefon her şeyi değiştirdi; yaşamım, bir daha geri dönüşü olmayacak yola girdi: Gelen telefonun diğer yanındaki kişi grubun lideri idi. Beni, bana dünyaları armağan etmişler kadar mutlu edecek bir konuşma yapmak için aramıştı hem de…
Yalan söylemişlerdi! Grup vardı! Onlar büyücülerdi! Grubun merkezi İstanbul'du; ama büyük şehirlerde locaları bulunuyordu. Aralarında bir toplantı yapıp karar almadan kendilerini "ifşa etmemek" istemişlerdi. Grubun dış "cycle"ında bulunmaya hak kazanmıştım.
Onları tanıdıkça şaşkınlığım arttı: Hiçbiri kedi kesen metalcilerden değildi, zaten o zamanlar metal müzik, ya da satanistlerin kedi kestiği lafları yoktu. Üyelerin en genci 30lu yaşlardaydı; hepsi akademik eğitimden geçmişti ve yine hepsi hayvan ve doğasever kişilerdi. Özetle, kibar, zeki, görgülü, hali vakti yerinde, seçkin adamlardı.
Ama -söylemem gerek- hepsi de tehlikeliydiler.
Kendilerini yorumlarken sıklıkla kullandıkları Aleister Crowley'nin şu sözleri hayat görüşlerini anlatmakta: "Her insan başkalarını etkilemekten korkmadan kendi iradesini bütünleme hakkına sahiptir. Kendisi doğru yerde olduğunda başkalarının iradesi etkileniyorsa bu onların suçudur." Ne yazık ki biri dışında çoğu bu gün hayatta değil. (Belki o "biri" de diğer alemdedir, pek de bilemiyorum. Lider olan kişi tanışmamızdan çok kısa süre sonra ritüel sırasında yaşamını yitirdi. Oysa sadece 32 yaşındaydı.)
O günün ardından flying papers (bilgi kağıtları) değim yerindeyse akmaya başladı. Katre bilgiye kurşun atarken, en değerli ve gizli bilgiler ayağıma kadar geliyordu.
Rüya gibiydi her şey.
Kağıtları evime kadar sürekli bir kişi getirir, geldiğinde sorularımı yanıtlar, anlamadığım yerleri açıklardı. Kendisi sürekli aynı parfümü kullanan, parfümü bol kullanan ve çok sigara içen biriydi. Bu yüzden getirdiği dokümanlar hep o parfüm ve sigara kokardı. Görüşme sonrasında gitmesinin ardından bir fetişist gibi kağıtlara sinen kokuyu koklardım, içim huşu dolardı. Her biri benim için tanrısal güce sahip kişilerdi.
Bana verilen bu ayrıcalığın ben de hakkını verdim. Deliler gibi çalıştım. Hayatımın ciddi bir sürecini maji, Tarot, astroloji ve el falına endeksli geçirdim desem yeridir. Birçok yaz boyunca kış saatinde yaşadım. Geceleri saat 3-4 gibi kalkıp zorlu çalışmalar yaptım. Okudum, yazdım, denedim.
Yıllar içinde majisyen statüsüne eriştim… ancak "adam oldukça" ritüeller beni sıkmaya başladı. Ait olduğum grup ile ters düşmek demekti bu; çünkü onlar büyünün belli kelimeler, kıyafetler, saatler, mekanlar, hatta yönlerle ilgisi olduğuna inanıyorlardı. (Bir keresinde grubun lideri, ritüele gelirken pelerinini evde unutan birine, kendi siyah paltosunu zorla giydirmişti.:) ) Bana göre maji -bir adept tarafından- İETT otobüsünde giderken bile yapılabilirdi; ki, hala buna inanmaktayım.)
Zamanla çalışmalar pırıltılarını yitirdiler. Artık lider tarafından verilen görevleri kaytarıyor, hatta çokluk onlarla alay ediyordum.
VE SONRASI...
Sonunda ayrıldım gruptan. Ne de olsa öğreneceğim her şeyi öğrenmiştim!
Ve gücümü savurmaya başladım!
Pervasızca... Fütursuzca... Sorumsuzca... Gruptan (artık arkadaşım olan) önemli birisinin beni "Kırmızılara büründün" sözlerle uyarmasını bile duymazdan geldim.
Sahip olduğum kuvvet başımı döndürmüştü. O bilgi dolu acemilikle bu madde boyutunda –metafizik değerler dahil- hiçbir şeyin yoktan var edilemeyeceğini, geliştirilen her yetenek ya da kazanım için ciddi bedeller ödenmesi gerektiğini öğrenememişim. Her etkinin bir tepki oluşturduğunu, benzerin benzeri çektiğini de!..
Yaptıklarımın geri yansıması başıma konuşlanmaya başladığında artık çok geçti. Bedelleri ödememek diye bir seçenek yoktu. Darbe üzerine darbe gelmeye başladı, boşa harcadığım enerjiler yüzünden. Kaçmam olanaksızdı.
Her şeyimi, ama her şeyimi (sadece ailem, ailem yüzünden içinde olduğum seçkin çevrem, arkadaşlarım, eşim, aşina olduğum kültür, mesleğim, yaşadığım semt ve dev aile mirasım, yani ailemin dikkatle, özenle dokuyarak hazırladığı geleceğimi değil) adım dahil her şeyimi yitirdim. (Bu sözleri yazarken gözlerimde yaş var.) Kim inanır bu sözlerin ifade ettiği kemik gibi gerçekliğe? Sadece yaşayanlar… Yaşamayanın, o girdap içine bakmaya kalkanları nelerin beklediğini bilmelerine değil, tahmin bile etmelerine olanak yoktur. Sadece o felaketlere çekilenler Yaratıcı, ya da evrendeki bir pozitif fizik alanın gün, hatta an boyunca insanı, hatta evreni, ne dehşet verici şeylerden korumakta olduklarını görür. Kötü denilen, genelde beğenilmeyen bu hayat, her sıradan kişinin hayatı, aslında harika bir panayırdır; üstte ise bu panayıra dalıp etrafı yakıp yıkmak adına bekleyen enerjilerin yapabileceklerini tasavvur etmek olanaksızdır.
Ektiğim olumsuzlukları biçtikten, ciddi kayıplarla ortada kalakalmış olduktan sonra aklımı başıma topladım. Üstat'ın dediği gibi "acıda bilgi vardı". Ben de artık öğrenmiştim.
Korku içinde elimi eteğimi sadece satanizmden değil, majiden de çektim. Bir süre sade vatandaş olarak yaşadım. İnsanın arka cebinde her arzusunun bir bölümünü olsun elde edebileceği bir güç varken kullanmak istememesi için neler yaşamış olması gerekir? Hissedin bunu lütfen. İşte ben bu durumdaydım. Eskiden beni tanıyanlar benden ya korkuyorlar, ya da taleplerde bulunuyorlardı. Kimseyi inandıramıyordum değiştiğime.
Sonunda çıkar yol beni buldu… Bir diğer inançtan haberdar olmuştum. İlk girdiğim gruptaki tüm açıkları, bütün acı yaratan doneleri sıfırlayan bir inanç sistemiydi bu. Kadın bilgeliği temelli bir inanç… Bütünü ile barışçıl, kesinlikle ben merkezli ve güç orijinli olmayan bir ekol. Uyum ve denge temel prensipti burada.
Yaralarıma derman olacaktı bu sistem. Düşünmeden atladım içine. Yeniden öğrenci olmuştum.
Acılar bir kez daha başladı; çünkü uyumlu ve dengeli (yani iyi) bir insan olmanın da bedelinin bulunduğunu öğreniyordum. İyilik de bedel istiyordu gelmek için: Kötülükle dolu derinizi yüzmenizdi bu bedel! Ölüp yeniden dirilmek yani!
Ölemedim, iyi insan olamadım hasıl-ı kelam. Ancak iyi insan denilen insanın ne olduğunu iyi anladım; belki de bu yüzden iyi insan olamayacak olsam da, kötü insan da olmayabileceğimi anladım. Girift gibi görünen bu sözlerin açılımı şöyle: Ataların dediği gibi, insan 7sinde olduğu gibi ulaşıyor 77sine… Değişmek, ölüp yeniden doğmak zor; hatta imkansız… Yine de bundan daha kolay ve pratik bir çözüm var: Aşırı çıkıntıları olabildiğince törpülemek, ya da gaza değil, frene basmayı öğrenmek… Eş değişle deriyi yüzmeden veya aynı bet/bozuk araçla yol almayı sürdürürken bile beladan, acıdan uzak durmak mümkün. Söz konusu seçenekte dünyaya hayr indirip kurtuluşa katkısı olan kahramanlardan sayılamıyorsunuz; ama kurtuluşu da çelmelemiyor, huzurlu ve rahat yaşayabiliyorsunuz.
Aracınızı frenlemenin ise üç yolu var:
-
Özgürlük diye bir şeyin olmadığını görmek, bu gerçeği sadece kabullenmekle kalmayıp bir de saygı duymayı becermek.
-
Rekabet adlı Amerikan palavrasının (gerçi özgürlük de aynı hazretlerin palavrası ama...) anaerkide asla ve asla yer alamayacak bir kavram olduğunu "hıfz etmek".
-
Dengenin mutlak erek olduğunu bilmek ve dengede olan her şeyin hareketsiz durduğunu öğrenmiş olmak.
Tüm başarısızlığıma karşın tabii ki bunca yıl verdiğim emekten eli boş çıkmadım. Majiden başka astroloji, Tarot ve göz okuma benzeri bazı ilimlere de sahip oldum. Asıl hepsinden öte: Yaratılışın gizli gerçeklerini öğrendim. Ve andığım gizli gerçeklerin bilgisi ile bu yaşamda savaşı kaybettiğimi anladım… ki, bu farkındalık ve de farkındalığı dile getirme yürekliliği, başlı başına bir birikimin varlığının göstergesidir belki de...
Gizli gerçekler mi nedir? Ne yazık ki onlardan söz etmeye ne haddim, ne isteğim, ne de dermanım var. Yine de onlardan katreler sitemizde yer alan yazıların ve gelen sorulara verdiğim yanıtların satır aralarında bolca gizlidir.
Toparlayayım: Benim savaşımda ne yazık ki her şey bir başka bahara kaldı… bir başka enkarnasyona… Hissediyorum ki bir kez daha çekileceğim bu dünyaya. Umarım siz bir an önce bu döngüden paçanızı kurtarabilirsiniz benden önce. Bizlere göre ölüm ötesinde çok güzel yerler var; cehennem ise belki de bu dünya... Biz insanların beyinlerinden ürettiği enerjilerle cehenneme çevrilmiş garip dünya... Ne yazık ki bu dünyaya çekilmeyecek kadar değişmedikçe bir kez daha, bir kez daha bu dünyaya geliyorsunuz. Uyanıklık yapmaya olanak yok "cycle"da. İmtihanda geçerli puan alamayanı "o kapıdan" geçirmiyorlar.
Umarım siz puanı tutturabilir, Orfeus'un döngüyü aşabilenlere vaat ettiği bu yaşamın ötesindeki avantajlara bir an önce kavuşacak kimliğe evrilebilirsiniz.
Bu yüzden size "Görüşmek üzere" demeyeceğim... "Bir daha görüşmemek, yani bu dünyadaki bir diğer hayatta görüşmemek üzere..." Eninde sonunda cennete ulaştığımızda ise zaten hep birlikte olacağız.
|