OBSEDE OLMA HİKAYEM
3 - DEDEMİN SATANİST KARDEŞİ
Yazı: |
|
Garip bir evde doğduğumu rahatça söyleyebilirim. “Garip bir ev” derken aile bireylerinden söz etmiyorum; garip olan yaşadığım evin fizik ortamından kaynaklanan atmosferiydi! Bu kanıya varma nedenimi ise çocuksu bir düşleme ile “pireyi deve yapmak” şeklinde yorumlamak hatalı olabilir; çünkü bizim evde gerçekten de garip işler dönerdi.
Önce evin kendinden söz edeyim: Doğduğum evi düşündüğümde aklıma ilk gelen cila kokusudur. Bu gün bit pazarı olarak adlandırılabilecek dükkanlara değil, lüks semtlerdeki antikacılara girin, burnunuza dolan koku, işte tam da çocukluğumun geçtiği evin kokusudur. Anneannem -formülünü kimse ile paylaşmadığı- ama içerikte terebentin olduğunu hatırladığım cila ile mobilyaları ovuşturmadan duramazdı. İki buçuk katlı müstakil evimizin tıkış tıkış antika eşya dolu olduğunu düşünürseniz kokunun nedeni anlaşılabilir.
Bizim evdeki garipliği yaratan etken, evde ayda birkaç kez ruh çağrılması idi. Seanslar, konunun en ağır toplarının bizim eve gelmesi ile dedemin başkanlığında yapılırdı. Anneannem toplantı öncesi iki yardımcısı ile salona girer, zaten pırıl-pırıl olan gümüşleri yeniden parlatır, koltukların -konuk olmadığı zaman oda kapalı durduğu için neden örtüldüklerini bilmediğim- örtülerini toplar, el dokuma ipek halıları yeniden süpürtür, ayakları yekpare ceviz olduğu için pek saygı duyulan masayı -sanki diğer alemden gelecek konuklara cazip görünmesi için- çiçeklerle donatırdı. Oysa ilgili zevat geldiğinde yaptıkları ilk işin çiçekleri kenara çekip, ortaya büyük bir ouja board1 koymak olduğunu görmüştüm.
Ama o gizemli seanslarda görebildiğim sadece bu kadardı.
Beni hiç yanlarına almadıkları için o odada neler olup bittiğini asla öğrenemedim. Seans öncesi babam -fırsat bu fırsat diyerek- Pera’ya kaçar, ben de aile kadınları ile üst katlara -bir anlamda- saklanırdım. İşin enteresan yanı ailede herkesin itiraf edemeseler de tırstıkları ruhların bana hiç ürkütücü gelmemeleriydi; çünkü dedem için ürkütücü değillerdi ve bu bilgi çocuk yaşımda beynime küçük bir olayla perkitilmişti: Sanırım beş yaşımdayken bir hanım dedeme danışmaya gelmişti. İddiasına göre filanca hanım, müteveffa falanca hanımın hayaletini görmekteydi, hayalet eve “dadanmıştı”. Hikayenin detaylarını anımsayamıyorum, ama hatırladığım nokta, dedemin olayı dinleyince -hiç yapmadığı bir şeyi yaptığı- kocaman bir kahkaha attığı ve hanımı hemen başından savdığıydı. Sanırım dedemin bu tepkisi bendeki ruh/cin korkusunu en başından sıfırlamıştı. (Korku filmi düşkünlüğüm nedeni ile delikanlılığımda bir süre beynimde korku alanı geliştirdiğimi anımsıyorum; ama maji ortamına “bilfiil” girdikten sonra bu korkum yeniden dağıldı gitti.)
Spiritüalist dedemin garip evine karşın, kardeşi satanist Nezihî beyin evi garipten çok tekinsiz sözleri ile tanımlanırdı… çünkü Nezih (ya da Nezihî) beyin kendi tekinsiz olarak tanınırdı.
Nezih bey karanlık sanat denilen pimpirikli işlere bulaşmış bir kişiydi. Kendisini tanıma fırsatı bulamasam da, onunla ilgili anlatılan bir sürü şayia nedeni ile eksantrik bir adam olduğunu biliyordum: Bir gazetede yazdığı şeytani kehanetleri sürekli gerçekleşince okurlar gazeteyi basmışlar, gazete sahibi de ona yol vermek zorunda kalmıştı. Yakın bir arkadaşının cenazesinde eve rahatça özel araç ile dönmek adına kendini yere atıp üzüntüden kriz geçiriyor numarası yapmış, bunu da eve dönünce kahkahalarla anlatmıştı. Bir toplantıda onun majisyenliği ile alay eden üst düzey bir bürokratın oğlunun karşısına oturmuş: “Bak bana, ben bunu içtikçe, sen işeyeceksin” demiş, sonra sürekli, bardak-bardak çay içmeye başlamış, delikanlı ise gerçekten tuvaletten çıkamamıştı. Daha o devirlerde, yani Cumhuriyet kurulmadan önce, bir hanımla nikahsız yaşamıştı. Nezih olan adını keyfi şekilde Şeydâ’ya çevirmişti. (Büyük dedemin adı gerçekten Nezihî’dir, ama genelde Nezih olarak kullanılırdı ve gerçekten Şeyda’ya çevirmiştir.) Böyle daha onlarca hikayesi vardı.
Onun hakkında gizliden gizliye fısıldanan, babamın ise apaçık şekilde bana anlattığı farklı bir olayı da aktarayım.
Bir gün iki kardeş dedemin çalışma odasında birbirlerine girmişlerdi ve dedem ona şöyle bağırma cesaretinde bulunmuştu:
- Niçin inziva hayatı sürüyorsun? Evimize teşrif etmemenin sebebi ne? Cüzi miktarda bile muhabbet temayülü yok sende!
Nezih bey ise dik bir sesle yanıtlamıştı: "Benim de aziz dostlarım mevcuttur; merak buyurma birader!"
- Kim? Şeytan-ür Racimin mi?
Nezih beyin yanıtı ise kısaydı: "Ben, bana biat edenlere muhabbet duyarım, ibadet ettiklerime değil!"
Ertesi gün dedemin fıtığı patlamıştı. Acilen alındığı ameliyat ise ciddi orandaki sağırlığının nedeniydi.
Nezih bey (aile arasındaki adı ile “Amca bey”) benim doğumumdan iki hafta önce, geri döneceğini söyleyerek ölmüştü. Bu bilgiyi de onun ölüm döşeğinde yanında olan babamdan almıştım. Babamla araları çok iyiydi. Babam ondan sürekli sempati ile “Nezihi bey beni görünce daima ‘Gel bakalım bey birader’ derdi” diye söz ederdi. Nezih bey son nefesini de “Ölüyorum” diye bağırarak vermişti. Babam bu naranın “İmdat ölüyorum!” değil, daha çok “Sonunda ölüyorum, macera başlıyor” anlamında olduğunu öne sürerdi.
Onu hiç tanımamış olsam da, dedemin yatak odasına astığı resimden bana bakan esmer, simsiyah gözlü, zayıf yüzlü, dik bakışlı ve sanki odayı sürekli kolaçan eden portreden -sadece bir resim olduğu halde- çekindiğimi hatırlıyorum. Geriye doğru sımsıkı taradığı parlak siyah saçları ile sessiz sinemanın “jön prömiye”lerine benzeyen bu adam yakışıklı sayılabilirdi, ama yüzündeki gergin, kurnaz ve sefih ifade onu itici hale sokmaktaydı. Dedemin yatak odasına sırf o resimle göz göze gelmeyeyim diye girmek istemediğimi hatırlıyorum. On altı yaşımdan sonra o resim ile benim aramda beni gerçekten üzecek bir ilişki bulacaktım: Nezihi bey bana benziyordu! Ya da giderek ben ona benzemekteydim.
Dedemin ise kardeşine büyük bir bağlılığı vardı. Sürekli çatışma içinde olsalar da, kardeşini evde -bizler gibi kanatları altında- tutmayı beceremese de, onun dönmesini hep beklemişti. Bu bekleme, sanılandan çok daha kapsamlı bir “geri dönüş bekleyişi” gibiydi; çünkü dedem, amca beyin ölümünden sonra evinin satılmasına engel olmuştu. Ev, sanki Nezih bey sadece uzun bir yolculuğa çıkmış da, bir gün geri gelecekmiş gibi olduğu gibi korundu. Kilitlendi ve öylece bırakıldı.
Değişim üzerine kurulu bir evrenin önemsiz bir parçası olan gezegenimizdeki yaşamda da olduğu gibi ne bırakılabilmiş ki? Aynı akıbet Nezih beyin evinin başına da geldi. Aile meclisi, dedemin ölümü sonrasında bel büken miras vergisini karşılayabilmek için Nezih beyin yıllardır boş duran evini satma kararı aldı.
Satışa çıkmadan önce, son kez daireye gidip, etrafı kolaçan etme ve bir çeşit ekspertiz yapma görevi bana verildi. Aile bireyleri beni yavaştan (çaktırmadan) aile işine, akarların başına geçirmeyi planlıyorlardı. Bu nedenle işe balıklama atlamama pek sevindiler. Bilmedikleri ise görevi kabul etme nedenimin sadece Nezih beye duyduğum yakınlık olmasıydı. Ona, büyücülüğe başlamama neden olan Toute La Magie adlı büyücülük kitabı yüzünden büyük bir ilgim vardı. Ben doğmadan öleceğini bilmiş ve kitaplarından birini geçinemediği kardeşinin evine -üzerinde bana miras bıraktığı notu ile- saklamıştı! (Bkz. Majikal Geçmişim)
DİP NOTLAR
[1]
Ruh çağırma tahtası.
|