OBSEDE OLMA HİKAYEM
2 - RUHÇU DEDEM
Yazı: |
|
Olaya ortadan girdik, ama gençliğime dönüp, anlatmaya baştan başlamamda yarar var; çünkü ilerleyeceğimiz araziyi ancak böyle iyi tanıyabileceksiniz.
10 yıl gecikme ve ağzımda altın kaşık ile bir baş belası olarak doğdum. (Baş belası meselesini ilerdeki bir tarihte, vaktim olursa anlatacağım.)
Çocukluğumdan anımsarım, eve konuk olarak gelen eşe-dosta sohbet sırasında anlatılan en popüler hikayelerden biri, doktorların -sağlıksız yapısı yüzünden- annemin hamile kalmasını yasakladıkları, ama bir “kaza” sonucu kürtaj süresinin geciktiği ve doğum yapmaktan başka seçenek kalmadığı hakkındaki öyküydü. Bu “kazanın, kadere yansıması” ise tahmin edebileceğiniz gibi bendim. (Gelecekte bir üvey kız kardeşim olacaktı.)
Söz ettiğim monolog yılda en az yirmi-otuz kez, laf değiştirme kıvraklığı olmayan misafirlere tekrar-be-tekrar, metazori anlatıldığı için ezbere bildiğim ilk geçmişimdi:
Doğum çok zor olmuştu.
Doktor beni “forseps” ile çekmek zorunda kalmıştı.
Annemin debelenmekten dirsekleri açılmıştı.
Saçları ise açılamayacak kadar karışmıştı.
Doğduğumda iki kaşımın arasında (ilerdeki haftalarda yok olacak) kırmızı bir leke vardı. Doktorlar onun “forseps izi” olabileceğini söylüyorlardı… ama kesin de konuşamıyorlardı.
Bu ve benzeri detaylar dinleyicinin sıkıntıdan uyuyup kalmaması için öyküye süsleme amacı ile katılan ek olaylardı.
Yetişkinliğimde ise öyküde ciddi açıklar olduğunu fark ettim; çünkü bizim ailede o tip “kazalar” hiç olmazdı. Herkes sağlığına -kelebeklerinin narin kanatları hasar görmesin diye üzerlerine titreyen- koleksiyoncu özenini gösterirdi; her şey, her zaman kontrol altındaydı. Hikayenin anlatılmayan, benim erişkinliğimde sezdiğim bölümü, ailede çocuk olmamasının (işe bakın ki, annemlerin arkadaşlarının bile çocuğunun olmamasının), onları bu riski yüklenmeye zorladığı idi. Başta dedem olmak üzere ailenin her ferdi döl özlemi içindeydi. Böylece hiç bir zaman dile getirilmese, apaçık konuşulmasa da, ortak bir karar ile kürtaj vakti kasten geçirilmişti. Bu yüzden doğum hikayem, zaman içinde benden ne beklendiğini de bana hatırlatan yön tabelasına dönüştü.
Mesaj açıktı: Ben ailenin geleceğiydim.
Bu ağır bir sorumluluktu; çünkü torun özlemindeki dedem önemli bir adamdı. “Saraydan”dı; yani öyle tanınırdı. Sekiz yaşımdayken vefat eden anneanneme komşular tarafından “saraylı hanım” dendiğini biliyordum. Oysa Osmanoğulları ile en küçük bir akrabalığımız yoktu tabidir ki. Sahip olduğumuz yegane asalet, dedemin Enderun’dan bir öğretmen olmasıydı.
Dedemin önemi sadece saraya bağlı da değildi. Bir yandan Mason Kültür locası Büyük Üstatlığı (Üstad-ı Muhterem), diğer yandan sert karakteri, birbirlerini tamamlayan ve hatta perçinleyen ek niteliklerdi. Az konuşan, kemik gibi değişmez, sarsılmaz, bir o kadar dürüst, ağır yükleri istekle omuzlayacak güçte, bilgiye/kitaba düşkün, soyu tükenmiş eski adamlardandı.
(Atatürk kütüphanesinde kendisinin bağışları nedeniyle kütüphane girişinde dedemin bir resmi de bulunmaktadır. Gelecek yıllarda zamanın belediye başkanı Ahmet İsvan tarafından bir teşekkür mektubu da aileme yollandı.)
Bu “kaskatı” kimliğine ve “devlete millete yararlı adam” modeline rağmen Majikal Geçmişim linkinde söz ettiğim gibi o hızlı bir spiritüalistti. Toplantı olduğunda ruhlar çağrılır, tebliğler alınır, sık sık da sabahlara dek süren tartışmalar yapılırdı. Teyzemin beni özenle sakladığı üst kattaki odada ("seans" gecelerinde kendi odamda yatırmazlardı) uyur taklidi yapar, o uykuya dalınca yatağımdan usulca kalkar, halı üzerine diz çöker, kulağımı yere dayar ve her nedense konuşmaları duymaya çabalardım.
Dedem önemli adam olmasından öte, cebi de doluydu, yani zengindi. Ne de olsa zamanında saraydan maaşını altın olarak almıştı. (En azından öyle söylenirdi.)
Saltanat cenahından geldiği halde ona yeni hükümette (ulu önder Atatürk devrimlerinden “Mustafa Kemal saltanatçıları astı” denilen süreçte) eğitimci olarak görev verilmiş, Kültür Ateşesi olarak Nice’e yollanmıştı. (Bu gerçeği bu yaşımda bile Atatürk düşmanlarının yüzüne damga pulu gibi yapıştırmaya bayıldığımı parantez içinde ekleyeyim.)
Önemliliği ve zenginliği kadar, aile efradını kanatlarının altına alıvermesinin “düdüğü çalan” olmasında payı büyüktü. Yani hem zengindi, hem eli açıktı, hem birikimliydi…hem de sertti. Varın gerisini siz düşünün.
Buna karşın eski İstanbul’un şimdilerde berbat bir işyeri olan lüks semtlerinden birindeki iki buçuk katlı evimizde en güzel odaları babama, ardından ailenin diğer üyelerine vermiş, kendisi üst katta bir odada yaşamayı seçmişti. Emekliliğinde o odaya kapanır, bizimkiler aşağıda parti, çay, hey-hey-de-hey-hey eğlenirken, o ya odasında Votre Beaute, Votre Sante ve Guerir adlı dergilere yazı hazırlar, ya namaz kılar, ya da yoga yapardı. Çocukluğumda en sevdiğim şey onun bedenine verdiği acayip şekilleri izlemekti… o bir "yogin"di.
Eğer odasında değilse Çiçek Pasajındaydı. Bira onun içkisiydi. Sosyetik babamın konuklara hava atmak için kayınpederinin parası ile eve doldurduğu içkilere elini sürmez, sadece “İnhisarlar Birası” içerdi.
Bazen hepsi babamın siyah Buick arabasına toplaşır, Bomonti’ye, bira bahçelerine giderlerdi. O zamanlar Şişli bostandı ve Bomonti’de kır birahaneleri vardı.1
Babamın pek çok şeyi gibi siyah arabası da dedemin armağanıydı; ama bu armağan damadına özel bir günde verilmemişti. Anlatılanlara göre bir gün babamı ağlarken görmüş, neden ağladığını sormuş, teyzem de “kardeşi araba aldı, ona üzülüyor” deyince “Çağırın odama” buyurmuştu. (Kardeşi araba alınca bir yakını ölmüş gibi ağlayan bir babaya sahiptim.) Bundan sonrası babamın en sevdiği öykülerdendi ve kendisi tarafından şöyle anlatılırdı: “Babam sekreterinin yan çekmecelerini açtı, tomarla para çıkarttı, sonra üst çekmeceden metal bir kutudan metal paralar aldı, hepsini yazıhane üzerine koyup poker masasında rest der gibi bana itti ve ‘Yeter mi oğlum?’ diye sordu…”
“Dedeme tapardım” desem uydurmuş olurum, ama onun kadar sert, düzgün, hatırşinas, dakik birini bir daha ne gördüm, ne de benzerlerini onun kadar sevebildim. Aile bireyleri içinden sanırım en saflık ve hayranlık dolu şekilde onu sevdim.
O da beni…
Her şey bir gün beni yanına çağırması ile başladı. Odasına vırt zırt girebilsem de, masasına oturup etrafı karıştırma iznim olsa da, çağırmalar başka işti. Konuşulacak ciddi bir mevzu vardı demek ki…
On altı yaş tedirginliği ile girdim odasına, elinde kendi hazırladığı fişler ile hala Fransızca kelimeler ezberliyordu. Girdiğimi görünce yüz hatları yumuşadı, “Gel otur” dedi. Gözlüğünü çıkartıp yaşlılıktan irisleri bulanıklaşmış gözlerini bana dikti (seksen altı yaşındaydı) ve bombayı patlattı: “Seni yegane varisim yapmayı arzulardım” diye başladı, kısa kesti, “kanunen mümkün değil, teyzenin hakk-ı müktesepi var… Ama hala da her şeyin çoğu senin olacak.” Kibarca teşekkür ettim. Bu sözler beni pek ırgalamadı. Para diye bir kavram, ya da parasızlık gibi sorun yoktu ki hayatımda. Bir şeye sahip olmak adına parmağımla işaret etmem yeterliydi. Az konuşma huyuna rağmen bir şeyler daha anlattığını anımsıyorum, önemli şeyler olmalıydı bunlar; ama benim aklım, denizde beni bekleyen teknemde olduğu için yarım kulak dinliyordum onu… Sadece hafızamda son sözleri kalmış: “Hepsini sadece senin için biriktirdim. Bir şeye ‘orada 25 kuruş ucuz’ derlerse, gidip oradan aldım. Yalnız senin için… Hepsi senin için.”
Cümlesi, kelimesi-kelimesine aynen böyleydi.
Teşekkür edip yanından ayrıldım. Ona olan sevgim nedeni ile sevinmiş taklidi yaptığımı da hatırlıyorum. Odasından çıkıp kapıyı kapattığım anda bu konuşma aklımdan uçtu gitti.
İki yıl sonra kaybettik onu. Hastane sürecinde hep yanındaydım. Son nefesini benim yanımda verdi. Onunla beraber bir şey koptu gitti içimden. Daha önce on üç yaşında annemi kaybetmiş, o kadar yıkılmamıştım. Cenazede avaz avaz ağladığımı hatırlıyorum. Ne yaparlarsa yapsınlar susturamadıklarını da… Dedemin tanışlarından birinin boynuna sarılıp devetüyü paltosunu gözyaşlarımla leke içinde bırakmıştım.
Cenazeden eve döndüğümüzde hiç konuşmadan odama çıktım, kapıyı kapattım, içerden kilitledim. Neden? Bilmiyorum. Yaşamda acı diye bir şey olduğunu ilk o zaman anladığım; ondan kaçmam gerektiğini, en güvenilir yerin odam olduğunu düşündüğüm için mi? Yoksa gelecek günlerde olacakları, yani hayatımda yeni bir periyod başladığını sezdiğim için mi?
Bir hafta boyunca ağladım. Beni odadan çıkartamadılar. Sonunda üvey annemin öğrencilerinden (kendisi de matematik-astronomi hocasıydı) bir hanım -yatak altına kaçan yavru kediyi ciğer ile kandırıp çıkartmak misali- beni odamdan bir parfüm ve ithal briyantin seti ile çıkarttı. Odadan çıktım… ama bir daha asla eski hayatıma dönemedim.
Hani derler ya, “artık hayat ağlarını örmeye başlamıştı”; benim de örülmekte olan kaderim gereği bundan sonra o genç yaşımda iratların başına geçmem gerekiyordu. Aile avukatımız ve babam yardım edeceklerdi tabidir ki… bana gerekli her şeyi öğreteceklerdi.
Tatil bitmişti.
Önümde uzanan geniş yolda beni bekleyen pırıl-pırıl geleceğe isteksizlikle baktım. Benim aklım arka sokaklardaydı. Gerçek yuvamın orada olduğunu, yani “kendim” adlı yapıyı sadece -o herkesin girmeye cesaret edemediği- tehlikeli mekanlarda bulacağımı biliyordum. Oysa artık lüks, kalite, seçkinlik, nezahet dolu bir ortamda tutsaktım.
Şimdi geriye dönüp baktığımda aklıma şu söz geliyor: Kimi şan şöhret ile doğar, kimi şan şöhreti emekle, çabayla elde eder. Kiminin ise şan şöhreti üstüne yüklerler… tıpkı ağır bir denkmişçesine.
Benim de üzerime ailenin geleceği ve zenginlik yüklenmiş olsa da, yükmüş, denkmiş sırtlamaya hiç niyetim yoktu.
O zaman anladım. Buradan kaçmam gerekiyordu. Plan yapmaya başlama vakti gelmişti.
Ve işte kader, asıl o zaman ağlarını örmeye başladı.
Başka bir zaman anlatırım nasıl kaçtığımı, nasıl yıllarca serserilik ettiğimi. Neler, neler yaşadım, aklınıza gelmez. Ama şimdilik daha bir süre evde kaldığımı ve üniversite sonuna dek mahpus olduğumu bilin. Devamını sonra anlatırım belki… Bakalım. Belki bir gün, ya da yarın. Duruma göre! :)
Editörün notu: Bu sayfanın siteye yüklenmesinden sonra Janus hayatının gizli yanlarını anlatan bir kitap yazmıştır.
Bu konuda detaylı bilgi edinmek için Janus'un 1898 Yılından Beri (Sıradışı Bir Hikaye) adlı kitabını okuyabilirsiniz.
DİP NOTLAR
[1]
Sişli’deki “Arpa Suyu” sokağın adı buradan gelir. Biralar tahta fıçı ile servis edilir, isteyen müşteriler için kuzu çevrilirdi.
|