OBSEDE OLMA HİKAYEM
4 - TERK EDİLMİŞ EVDEKİ HEYKELLER
Yazı: |
|
Daha önce gidip görme imkanım olmayan ev hakkında sağdan-soldan pek çok şey duyarak büyümüştüm. Amca beyin evinde sıklıkla “cazbantlar” (jazz band, caz müziği yapan grup) eşliğinde partiler verdiği, bu partilerde bobstil giysili beyefendilerin işveli hanımların ayakkabısından şampanya içtikleri anlatılırdı.
Şevk dolu halde işi fazla geciktirmedim; kısa sürede Nezih beyin yıllardır kapalı evine doğru yola koyuldum. Bir antika meraklısı olarak evde bulacağıma emin olduğum değerli parçalardan bazılarını kendime ayırmaya kararlıydım.
Nezih beyin dairesi, dedemin ölümünden sonra taşındığımız daire gibi tek kat, tek daireydi. Merdivenlerden çıkınca karşınıza gelen çift kanatlı ana kapı ve yanda bir de servis kapısı vardı. Kapılarda göz deliği yoktu; yerine her kapıda pirinç süslemelerle bezeli, bir karış genişliğinde bir kapak vardı. Süslemelerin, içerde kapağı açan kişi ile dışarıdaki kişi arasında kafes benzeri bir engel oluşturmak amacıyla konduğu belliydi.
Eski tip anahtarı çıkartıp önce büyük kapıyı denedim, ama anahtar kilide uymadı. Bu kez servis kapısına yöneldim. Bu alçak gönüllü kapı ilk deneyişimde uysalca, ama bir yandan da rahatsız edildiği için söylenme benzeri seslerle açıldı.
Eve girdiğimde ilk yüzleştiğim, kesif bir küf ve rutubet kokusuydu. Ardından büyük bir düş kırıklığı ile içli-dışlı oldum; çünkü ortadaki birkaç parça eşya sadece küflü ve harap olmakla kalmıyordu; üstelik son derece kalitesizdi. Dedemin yatak odasındaki resimden tanıdığım şık beyefendi bu evde mi yaşamıştı? Fokstrot dans yarışmaları burada mı yapılmıştı? Efsane yatı ile ülkemizi gezmeye gelen Vikont de Brazéy bu eve mi konuk olmuştu?
Burası bir berhaneydi!
Kadifesi eskilikten lime lime olmuş üç berjer koltuk ve iki sehpa dışında salonun tek eşyası, üst tarafında boş kitap rafları olan bir dar dolaptı. Dolaba seyirtip ümitle kapağı açtım, evet, içerde bir dolu küçük ajanda vardı. Büyük dedemin günlükleri, yani yaşamının sırlarıydı muhakkak ki bunlar! Ama bir kez daha sükut-u hayale uğradım; çünkü yazılanların hepsi eski Türkçeydi. Dedem diğer alemde olduğu için bunları okutacağım kimse kalmamıştı. (O genç yaşımda hepsini saklamak gibi bir gerekliliği ne yazık ki akıl edemedim.)
Banyoya girdim, duvara raptedilmiş ecza dolabı benzeri, demir ve yer-yer paslı bir şeyi açtım, içerde ilaç olduklarını tahmin ettiğim bir sürü cam şişe buldum. Tuvaletteki ilaç bolluğuna karşın, mutfakta içki bardaklarından ve malzemelerinden başka hiçbir şey (kap kacak, çatal bıçak vb.) yoktu! Burada yemek pişmediği, bulaşık yıkanmadığı açıktı. Ne yiyip içmişti bu adam bu evde yaşarken? Gelecek yıllarda bu soruyu ısrarla sorduğum teyzemden makul bir yanıt alamadım. Bana sürekli verilen “Yemeği dışarda yerdi, bekar adam ne de olsa” ya da “zaruretten hepsini satmıştır” mealindeki cevaplar fazla inandırıcı değillerdi. Bu gün hala aynı soru cevapsız şekilde kafamdadır.
Yatak odasındaki gıcırtılı bir sesle açılan döküntü gardırop da boş sayılırdı. Askıda bir tane zevksiz kahverengi ceket, yakalıkları olmayan iki gömlek (eskiden erkeklerin gömlekleri yakasızdı; yakalar kolalanıp tahta, düğme benzeri bir aparatla enseden kapatılır, sonra gömleğe iliştirilirdi), gardırop kapağındaki eğri büğrü tele takılı 10-15 şık kravat, birkaç tane çorap ve çekmecelerde iki adet çubuklu pijama dışında hiçbir giysi yoktu. Bu kravatların kalitesi ile diğer giysilerin pejmürdeliği garip bir zıtlık içindeydi. Sanki amca bey giyim stili giderek "döküntüleşse" de, kravatlarını her nedense özenle korumuştu. (Bir dipnot düşeyim: Ben de kravata çok düşkün biriyim ve an itibarı ile otuza yakın sayıda kravatım vardır. Nezihi bey ile aramdaki saymakla bitmeyecek benzerliklerden biri de budur.)
Diğer iki oda ise tamamen boştu ve nemden yapışkanları eriyen duvar kağıtları yer yer tahta zemine doğru sarkmışlardı.
Amca beyin son yılları pek muhteşem geçmemişti anlaşılan.
Mutfaktan çıkıp dar koridorun sonundaki küçük kapıya yöneldim. Salon ve diğer odalardaki manzara yüzünden bu küçücük kapının gerisinde hoşuma gidecek bir şey bulamayacağıma emindim. Kapıyı açtım ve haklılığımı anladım: Burası bir kilerdi ve diğer iki oda gibi bomboştu.
Ancak birden gözüm kiler duvarlarındaki gömme raflara çarptı. Dipte oldukları için gölgede kalmışlardı, fark edilmiyorlardı. Raflarda ise sonunda hoşuma gidecek bir şey bulduğumu anladım; çünkü loş çıkıntıların gerilerinde örümcek ağları ile sarılı halde siyah renkli, kaba denilecek şeklide yapılmış alçıdan şeytan figürleri bana dik dik bakmaktaydılar.
Üst raflarda ise daha da heyecan verici şeyler gördüm. Burada da aynı materyalden yapılmış 15 santim çapında, 1 santim kalınlığında plakaya oyulmuş, köşelerinde Kabalist işaretler olan bir pentagram, ayrıca cam fanuslarda kurutulmuş otlar duruyordu.
Eve boşuna gelmemiştim.
Asıl keşif ise en üst rafın en gerisinde, sanki saklanmak ister gibi dibe itilmiş paslı teneke kutudan çıktı. Kutu içinde çürümüş ve rengi kırmızıdan turuncuya dönmüş bir basma bez üzerinde, yarım santim kalınlığında, 4-5 santim çapında demir üzerinde bir Mars sihirli karesi ve diğer yanda sicili kazınmış bir madalyon vardı. Bu işaretler o zamanın pek gizemli işleri olabilirdi; oysa günümüzde internette bu konudaki her websitesinde yer almaktadırlar. Madalyonu kısaca inceledikten sonra dikkatimi tekrar kutuya verdim. İçerde başka bir şey daha olduğunu biliyordum. Acele ile çürümüş basmayı kenara ittim ve asıl ödülü buldum: Naylon şeffaf bir poşete saf altından yapılı Paracelsus’un Tridenti sarılıydı. Trident de, talisman da boyuna asılacak şekilde imal edilmişlerdi. O anda bunların bana bırakıldığı gibi bir düşünce geçti aklımdan. Dedem, Nezihi beyin evini boşuna kapattırmamış mıydı yoksa? Eve bir gün dönecek olan o değil miydi aslında?
Araştıracak yer kalmamıştı, ama evden çıkmak istemiyordum. Dar ve kasvetli sokağa bakan perdesiz pencerelerin önünde kadife berjerlerden birini çektim ve dışarı bakmaya koyuldum. Elimde trident, geçmişte burada yaşanmış anlardan bir nebze olsun yakalamaya uğraştım. Ama nafile… Burası her hali ile ölüydü. Büyük dedem parası ve sağlığı dahil her şeyini son nebzesine dek tüketmişti… Altın trident dışında… Her şeyini satacak kadar yoksulsa neden tridenti satmamıştı ki?
Birden havanın kararmakta olduğunu fark ettim. İçim aniden yenemediğim bir tedirginlikle doldu. Alacakaranlıkta artık burada kalmak istemiyordum. Bulduklarımı ceplerime doldurdum, salona son kez baktım ve daireden ayrıldım. Nezihi beyin evini son görüşüm o oldu.
Sonraki yıllarda Trident’i hem süs eşyası olarak, hem de majikal çalışmalarda kullandım.
Bolca yaptığım lanetleme çalışmalarında hayret verici bir etkisi vardı. Ondan aldığım güç ile kaç kişiyi birbirinden ayırdım… ayırdığım kadınları yatağıma aldım… sonra yatağımdan attım. Doğru, bunları hep kara büyü ile yaptım, ama çalışmalarda trident her zaman üzerimdeydi; çünkü onu boynuma takmadığımda garip bir güçsüzlük hisseder olmuştum. Aslında bu cümleyi tersten okumanız gerekli: Doğru söylemek gerekirse, onu boynuma taktığımda öylesine bir değişim yaşıyordum ki, trident olmayınca kendimi güçsüz hissediyordum. Giderek, yaptığım kötülüklerde kendi majikal gücümden çok, onun gücünün etkin olduğunu düşünür oldum. Bu bir düşünce değil, histi aslında… kendime itiraf edemediğim bir duygu… Hepsi bu kadar da değildi: Bazen insanların hayatı ile bu kadar kolay oynamama onun neden olduğundan kuşkulanıyor ve kendi kendime şu soruyu sormaktan ölürcesine korkuyordum: Acaba ben gerçekten eşlerinden ayırdığım kadınları mı istiyordum… yoksa sadece onları ayırmayı mı?
Bu günkü bilincimde sorunun gerçek yanıtını ne yazık ki biliyorum.
Mars talismanı ise gerçekten enerji yüklüydü; anfetamin gibi bir etkisi vardı… Özellikle gırtlağıma (gırtlak çakrama) dayadığımda… Antrenmanlarda (eski bir sporcuyum) alkol almış gibi enerji veriyordu. Isınması ise imajinatif değildi; çünkü yıllar içinde gırtlağımda bir çeşit kızarıklık oluştu.
Heykelcikler evlerimin maji odalarını süsleri olarak kullanıldılar. Gerçekten uğursuz görünüşleri vardı ve bu benim çok hoşuma gidiyordu. Ve evet, evimde daima bir oda “Maji Odasıydı”. Odanın üç duvarı, yerler ve tavan siyah, biri kırmızıydı. Kırmızı duvarda siyah, mobilyacıda özel olarak yaptırılmış altar, üzerinde iki adet -biri siyah zeminli, diğeri kırmızı zeminli- Baphomet resmi asılıydı.
Bu günkü bilincimle keçi adlı o neşeli, kızdırılınca kavgacı, seksi çok seven, otobur, zararsız ve gerçekten şirin olan hayvancıkları, kötülük gibi bir felaketin sembolü olarak kullanma aymazlığıma, ahmakça taklitçiliğime, önüme ne konarsa kukla gibi izlememe inanamayacağınız kadar kızıyor… hatta acı duyuyorum.
Yıllar sonra (her şeyimi Nezihi bey gibi yitirdikten sonra) anaerkil ezoterizme geçtiğimde, altın trident hariç her şeyi Bülent Kısa’ya armağan ettim. Bülent hem armağanıma çok sevindiği, hem de gerçekten hatırnaz biri olduğu için bana Coşkun Deri markalı bir deri ceket ve pantolon takım armağan etti. Açıkçası bu armağanından sonra ona verdiğim önemsiz saydığım eşyalarda onu bu denli memnun edecek benim gözümden kaçmış bazı özellikler bulunduğundan da hala kuşkulanırım.
Trident’i ise Bostancı sahilinde denize atmaya karar verdim. Bilen bilir; İstanbul-İdealtepe’ye doğru sahil şeridinde yürüyüş/biisiklet yolu ile deniz arasında -dileyenin üzerine oturacağı- kayalar vardır. Altın tridenti Nezihi beyin evinde bulduğum gibi naylona sardım ve kayalardan denize fırlattım. Ama paket, denize ulaşamadı... kayaların arasına düştü!
Umarım kimsenin eline geçmemiştir ve hala düştüğü yerde, kayaların arasında duruyordur.
Ancak içimden bir ses -başına bela açmaya eğilimli bir yeni ahmak onu bulana dek- düştüğü yerde saklanacağını fısıldıyor. Benzer benzeri çeker. O, yıllarca Nezihi beyin evinde beni beklediği gibi yeni sahibini bekliyor ve kimse karşı koyamayacak, onlar bir gün buluşacaklar.
Orta dünya, yani makrokozmos, bu dinamik ile dönüyor... ne kötülük engellenebilecek, ne de dersini alanların onu aşıp güzel kaderlere kavuşması...
Tüm çabamız ise kişilerin değişiminin çok acı deneyimler değil, dersini alanların önerileri ile var edilmesinden başka bir şey değil.
"OBSEDE OLMA HİKAYEM" adlı bölümün sonu.
|